Hikayeler sayfamızda çocuklar için dünya klasileri dahil olmak üzer bir birinden güzel oldukça çeşitli ve fazla sayıda hikayeyi bir araya getirerek keyifli zaman geçirmenizi ve okuma alışkanlığı aşılamayı düşünerek Hikaye Okuma Hikaye Dinleme imkanı bulmanızı sağlaya bilmek adına elimizden geleni yapmaya gayret etmekteyiz. Sayfamızda her gün yeni hikayeler bula bilmeniz için sürekli güncelleme yapılacaktır...
ANTON ÇEHOV MEMURUN KİBARI HİKAYESİ OKU
Güzel bir akşamüstü... Yazı işleri çalışanı İvan Di-mitriç Çerviyakov oyun izliyor. Yeri ön sıra, ikinci koltuk. Oyunu izlemek için dürbün kullanıyor. Dürbünü sürekli gözlerinde tutuyor. Oturuşuna bakılırsa gamı tasası olmayan biri...
Oyunu büyük bir keyifle izleyen Çerviyakov’un birden suratı karardı, gözleri kısıldı, nefesi daraldı. Dürbününü indirdi. Önde doğru hamle yapıp eğildi ve olanca gücüyle hapşırdı.
İnsan bazen hapşırabilir. Bunda bir sakınca yoktur. Çerviyakov da hapşırdı. Hapşıran diğer insanlar gibi o da rahatsız olmadan cebinden mendilini çıkardı; burnunu, yüzünü sildi.
Çerviyakov çok kibar bir insandı. Birini rahatsız edip etmemek için etrafına bakındı. Tam önünde oturan başı kel bir adam başını, boynunu mendille hızlı hızlı silip memnuniyetsizliğini belli eder sesler çıkarıyordu. Çerviyakov bunun kendisi açısından çok utanç verici bir durum olduğunu anladı. Adama iyice baktı. Tanıdık bir simaydı. Biraz zihnini yoklayınca tanımakta zorlanmadı; Ulaştırma Bakanlığı’nda çalışan sivil üst rütbeli subaylardan Brizjalov olduğunu hemen anladı. İçinden konuştu:
— Yazıklar olsun bana! Adamın üstünü mahvettim. Gerçi benim amirim değil ama ne fark eder ki... Bu utanılacak davranışımdan dolayı ondan af dilemem gerekir. Hem de hemen...
Çerviyakov bu düşünceler içinde birkaç kez hafifçe öksürdü, biraz öne doğru kayıp sivil üst rütbeli komutanın kulağına fısıldadı:
— Efendim çok özür dilerim. İnanın istemeden oldu. Üzerinize hapşırdım. Özür diliyorum...
Adam:
— Önemli değil, önemli değil... dedi.
Çerviyakov tatmin olmamıştı:
— Beni bağışlayınız. Sizin hoşgörünüze sığınıyorum. Bu davranışımı hoş görünüz. Böyle olmasını inanın istemezdim, dedi.
Adam:
— Tamam artık, lütfen yerinize geçin. Bırakın da oyunu rahatça izleyelim, diyerek tersledi.
Çerviyakov daha çok utandı. Umutsuzca gülümsemeye, oyuna konsantre olmaya çalıştı. Oyunu izlemeye çalıyordu ama keyifsizdi. Birkaç dakika önceki mutlu insandan eser yoktu. Zihninde, utanç verici davranışın sonuçlarını kestirmeye çalışıyordu.
Oyun arasında yine şansını denemek istedi. Brizjalov’un yanına sessizce yaklaştı. Bir süre etrafında dolandı, birlikte birkaç adım yürüdü. Bir ara cesarete gelerek:
— Saygıdeğer beyefendi, üstünüzü... Hani... Beni affedin! İstemeyerek oldu.Yoksa üstünüzü...
Brizjalov yine aynı konu açılınca iyice öfkelendi. Dudaklarını ısırmaya başladı:
— Eh! Yetti artık be! Ben onu unuttum, gitti. Siz hâlâ...
Çevriyakov ise sivil komutanın unuttuğunu düşünmüyordu. Adama inanmazca bakarak içinden konuştu:
— Unutmuş. Onu benim külâhıma anlat. Bakışları öyle demiyor. Bana o kadar kızgın ki konuşmak bile istemiyor. Ah! Keşke ona hapşırmanın çok doğal bir şey olduğunu söyleseydim. Çünkü benim ona bilerek tükürdüğümü düşünebilir. Şimdi düşünmese bile sonra düşünmeyeceğini kim iddia edebilir ki?.. Halbuki sadece istemeden hapşırdım.
Oyundan sonra evine dönen Çevriyakov yaşadıklarını, kendince kaba davranışını karısına anlattı. Ama karısı kendisi kadar telaşlanmadı. Karısı önce endişelenir gibi olduysa da adamın kendi dairesinde çalışmadığını öğrenince ilgilenmedi, konuyu kapatmak için:
— Sen bilirsin ama yine de gidip özür dilemende yarar var. Seni görgüsüz sanabilirler.
Çevriyakov:
— Ben de aynı şeyi düşündüm. Bunun için birkaç
kez özür dilemeye çalıştım. Ama adamın tepkileri tuhaftı. Benim duyarlılığımı takdir edip beni yatıştıracak yerde... Hoş adamın uzun konuşacak zamanı da yoktu ya...
Ertesi gün sabah Çevriyakoy tıraş oldu. Yeni elbiselerini giydi. Akşam kendince rahatsız ettiğini düşündüğü Brizjalov’un çalışma ofisine gitti. Kabul odasına alındı. Burada birçok insan vardı. Her biri kendi istek ve dileklerini Brizjalov’a aktarıyordu.
Çevriyakov içeri girdiğinde Brizjalov içerdeki adamlarla konuşuyordu. Onlarla konuşmaları bitince, sıra Çevriyakov’a geldi. Adam bakışlarını ona dikti.
Çevriyakov konuşmaya başladı:
— Efendim, dün gece oyun izlerken... lütfen anımsarsanız hapşırmış... istemeden üstünüzü... hani... çok özür dilerim, diyerek konuşmaya başladı.
Brizjalov:
— Aman Tanrım, yine mi siz! Böyle bir şey ilk kez başıma geliyor. Bu kadar saçmalık olmaz, dedi.
Brizjalov başka bir adamla konuşmak için döndü.
— Siz ne istiyorsunuz?
Çevriyakov yine başarısız olmasından dolayı şaşkındı. Rengi attı.
— Çok kızmış bana! Baksana konuşmak bile istemiyor. İşler kötüye gidiyor. Durumumu ona kesinlikle anlatmalıyım. Bunun peşini bırakmam, diye içinden konuştu.
Brizjalov odasındaki son adamla konuşmalarını bitirdi. Çalışma odasına yöneldi. Çevriyakov sessizce yürüyerek ona yaklaştı:
— Saygıdeğer beyefendi! Sizi bu kadar rahatsız etme cesaretini kendimde buluyorsam, bunun nedeni yaptıklarımdan ne kadar pişman olduğumu bizzat size iletmek isteğimdir. Siz de iyi biliyorsunuz ki o hapşırma isteyerek olmadı.
Adamın suratı, öfkeden, bıkkınlıktan ağlayacak haldeydi. Elini sallayarak konuştu:
— Efendi siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?
Sözü bitince odaya geçip kapıyı kapattı.
Çevriyakov yine muradına erememişti. Evine dönerken kendi kendine konuşuyordu:
— Alay etmek mi? Niye alay edeyim ki?.. Adam o kadar rütbe almış, ama beni anlamak istemiyor. Ben de bir daha kendini çok beğenmiş o adamdan özür dilemek için çaba göstermem. Kendi bilir, şeytan görsün yüzünü! Mektup yazarım. O kadar.
Çevriyakov düşünmesine karşın adama mektup yazamadı. Ya da yazmayı beceremedi. Çünkü bir türlü iki sözü bir araya getirip meramını anlatacak sözleri yazamadı. Bunu beceremeyince ertesi gün yine Brizjalov’un çalışma ofisine yöneldi.
Çalışma ofisine gelip adamın karşısına çıktı. Brizjalov bakışlarını ona dikerek sorar gibi baktı.
Çevriyakov:
— Efendim, dün sizinle alay etmek istermişim gibi sözler söylediniz. Hâşâ! Sizinle alay etmek gibi bir düşüncem olamaz. Sadece hapşırırken üstünüzü kirlettiğim için özür dilemek istemiştim. Sizinle alay etmek kim ben kim? Sizin gibi saygıdeğer birisiyle alay etmek hiç yakışık alır mı? Sonra insanlar arasında saygı, sevgi kalır mı?
Brizjalov öfkeden titremeye başladı, suratı mosmor oldu. Bağırdı:
— Defol git!
Çevriyakov öyle korktu ki benzi sarardı. Kendini ancak, “Ne dediniz efendim,” diyebilecek kadar toparlayabildi.
Adam öfkeden ayaklarını sertçe yere vurarak bir daha bağırdı:
— Gözüme görünme! Defol git!
Çevriyakov birdenbire düğümlendi. İçinden bir şeyler koptu. Duyamaz, göremez, düşünemez oldu. Geri geri kapıya gitti. Dışarı çıktı.
Bir robot gibi evine geldi. Giysilerini çıkardı. Kanepeye uzandı.
Bir süre sonra memur bir daha o kanepeden kalkamadı.
********************************************************************************
ANTON ÇEHOV ÜNLEM İŞARETİ HİKAYESİ.OKU
Memur Yefim Fomiç Perekladin Noel gecesi küskün küskün yatağına uzandı. Çünkü o akşam çok kırılmıştı. Kırılmadan da ileri, hakarete uğramış sanıyordu kendisini...
Karısı:
— Niçin böyle yattın, kime gücendin? diye sorunca;
— Git başımdan kadın, diye söylendi.
Memur Yefim Fomiç Perekladin neden böyle davranıyordu:
Çok da hoşnut kalmadığı, kendisine hakaret sayılabilecek sözler duyduğu bir misafirlikten henüz dönmüştü. Gittiği yerde önce okumanın önemi üzerinde durulmuş, söz buradan memurların eğitim düzeyi üzerine kaymıştı. Memurların eğitiminin çok düşük olduğu söylenmiş, bazıları bu durumu alay konusu etmişti. Kimileri bu durumu üzücü bulmuştu.
Konu bundan sonra genelden çıkıp şahışlar üzerinden konuşulmaya başlanmıştı. Orada bulunan bir kişi sözü Perekladin’e getirerek:— Size bakalım Yetim Fomiç, siz oldukça önemli bir görevdesiniz. Hangi okulu bitirdiğinizi sorabilir miyim?
Yefim Fomiç:
— Ben eğitim almış birisi değilim. Hem, benim görevimi yapabilmem için iyi bir öğrenim görmeme gerek yok ki! Önemli olan bir yazıyı yanlışsız yazabilmek. Bunu becerdiniz mi görevinizi layıkıyla yapıyorsunuz demektir.
Aynı kişi tatmin olmamış gibi yine sordu:
— Doğru dersiniz ama yanlışsız yazmayı nasıl öğrendiniz?
Yefim Fomiç:
— Kırk yıldır çalışıyorum, yaza yaza alıştım. Önceleri güçlük çektiğim, yanlış yazdığım olmuştur. Daha sonra yaza yaza hata yapmamayı öğrendim. Şimdi yanlışsız yazdığımı söyleyebilirim.
Aynı kişi bu kez:
— İyi de, noktalama işaretlerini doğru kullanabiliyor musunuz?
Yefim Fomiç:
— Noktalama işaretlerini kullanmada da fena sayılmam.
Genç adam biraz bozulur gibi oldu:
— Olabilir ama alışkanlık ile eğitim almak aynı şeyler değil. Noktalamaları doğru kullanmak iyi bir yazıcı olmanın ölçüsü sayılmaz. Olmamalı. Noktalama işaretlerini doğru ve yerinde kullanmak gerekir. Sözgelişi virgülün gerektiği yerde neden konulması gerektiğini bilmelisiniz... Öyle olmalı... Taklit yoluyla öğrenilen yazım kuralları doğru değildir. Basmakalıptır.
Yefim Fomiç karşılık vermedi. Sessizce içinden gülümsedi. Çünkü tartıştığı genç, bir yüksek yargı mensubunun oğluydu. Ayrıca kendisi gibi bir memurdu. Fakat bu tartışma tüm gecesini zehir edecek kadar kendisini öfkelendirmiş, meşgul etmişti.
Yefim Fomiç öfkesini zor tutuyordu. Kırk yıldır çalışıyordu. Şimdiye kadar kimse kendisine cahil dememişti. Durup durup genç memura öfkeleniyordu:
— Şimdi de başıma eleştirmen kesildi. Taklitmiş, alışkanlık işe yaramazmış... Sevsinler senin yüzünü... Senin gibi üniversitelerde okumadım ama yazı işinden senden çok anlarım, pehl
Yefim Fomiç uyuyana kadar aklına gelen tüm küfürleri genç memura sıraladı. Yatağı da ısınmıştı. Sıcaklık onu yatıştırdı. Uyumak için gözleri kapanmaya başlarken:
— Ben de tüm noktalama işaretlerini biliyorum. Virgülün yerine üst üste iki noktayı koymam. Bu bildiğimin kanıtı değil mi? Bırak bilmeyi, anlıyorum da demektir bu. Ya işte böyle okumuş bey! Önce çalışıp yaşayarak öğrenmeli, sıra sonra yaşlıları eleştirmeye gelsin!
Yefim Fomiç gözlerini kapadığında kararmış bulutların arasında kırmızı virgül, kuyruklu yıldız gibi kayarak geçti. Sonra bu kayan virgüller çoğaldı. Gök, kayan kırmızı virgüllerle kaynaşmaya başladı. Uyumaya hazırlanmanın rehaveti içindeki bedeni gevşerken Yetim Fomiç uyku ile uyanıklık arasında:
— Sözgelimi şu gördüğünüz virgüllere bakalım... İsterseniz hepsini bir yerlerde kullanabilirim. Bunu çok iyi yaparım. Rastgele değil, gerektiği gibi yerleştiririm. İstersen denemeye kalk! Virgüller rastgele konur. Yazı ne kadar karmaşık ise o kadar virgül konulmasında yarar vardır. Ama, fakat gibi sözlerden önce konur. Yazarken memur adlarını yazıyorsanız her bir adı virgülle ayırmak gerekir. Hepsini biliyorum.
Altın renkli virgüller uçarak bir kenara çekildi. Göğü kıvılcıma benzeyen noktalar doldurdu.
— Nokta... Nokta, yazının sonuna konur. Okurken derin nefes alınan, sözü kesip dinlenmek gereken yere nokta konur. Bazen yazıyı okuyan memurun ağzında biriken tükürüğü temizlemesi için de nokta konur. Başka da bir yerde nokta kullanılmaz.
Noktalarla virgüller havada birbirine karışıyor, havada durmadan dönüyorlardı. Nokta ve virgüller bir süre döndükten sonra noktalı virgül ile iki nokta üst üsteye dönüşüyorlardı. Şimdi her yeri noktalı virgül ile iki nokta üst üste kaplamıştı.
— Bu işaretleri de biliyorum. Eğer virgül yeterli gelmiyorsa, nokta da çok kullanılmışsa noktalı virgül kullanmak gerekir. Ben; fakat, bununla birlikte sözlerinden
önce kesinlikle noktalı virgül kullanırım. Üst üste iki noktaya gelince... Aşağıda gösterilen veya şu karar verilmiştir sözlerinden sonra konulur.
Bu iki işaret de bir süre havada dolandıktan sonra kayboldu. Artık sıra soru işaretinin idi. Kara bulutların arasında soru işaretleri fırladı. Göğü kaplayarak dans etmeye başladılar.
— Bunu da çok görmüşüm. Soru işaretidir. Bin soru işareti getirin, hepsine hemen yer bulurum. Bu işaretler soru sorulduğunda ya da bir yazının içeriği hakkında bilgi edinmek istendiği zaman kullanılır. Şu yılın üretim fazlasını oluşturan miktar hangi bölüme aktarılmıştır veya polis müdürlüğü adı geçen kişiyi buraya göndermek için gerekli önlemleri alamaz mı gibi cümlelerinin sonuna konur.
Soru işaretleri dans ederken evet der gibi başlarını salladılar. Bu hareketten sonra soru işaretleri birer ünleme dönüştü.
— Evet... Bu işaretler de mektuplarda sıkça kullanılır. Beyefendi! Eksalansları! Sayın efendimiz!., gibi...
Ünlem işaretleri kendilerini daha da öne çıkararak Yefim Fomiç’e kendilerini göstermeye başladılar.
— Bu işaretler resmi yazılarda nasıl söylesem şu., hani öyle ya... Nerelerde kullanılıyordu resmi yazılarda bu işaret yahu? Dur bakayım. Aklıma hemen gelmiyor. Biraz düşüneyim. Neredeydi yahu?..
Yefim Fomiç gözlerini açtı. Yatakta döndü. Gözünü
kapattığı anda ünlem işaretleri havada uçuşmaya başladı. İstemediği bu görüntüyü zihninden silmeye çalıştı.
— Sahi bu işaret nerelere konuluyordu yahu?.. Tüh, Tanrı kahretsin! Unutmuş olmalıyım. Ya da kim bilir bu işareti hiç kullanmamışımdır.
Yefim Fomiç düşünmeye başladı. Kırk yıllık memurdu. Anımsamaya çalıştı. Bu işareti kullandığı hiç aklına gelmiyordu. Ne kadar düşündü, araştırdıysa da bu işareti kullandığını hiç anımsamıyordu.
— Ne iştir anlayamadım. Kırk yıl boyunca bu işareti hiç mi kullanmadım. Olur şey değil! İyi de bu kılkuyruk ne zaman kullanılır ki?
Yefim Fomiç gözlerinin önünde kan renginde dolaşan ünlem işaretlerini gördü. Geriden sinsi sinsi gülen gencin yüzü belirdi. Kan rengindeki ünlem işareti de o genç gibi gülüyordu. Tüm noktalama işaretleri birleşe-rek gözüne kocaman bir ünlem işareti gibi göründü.
Yefim Fomiç gözlerini açtı:
— Hay aksi şeytan, sabah duası var, yarın erken kalkmalıyım. Ama bu ünlem işareti hiç aklımdan çıkmıyor. Hah, Allah’ın belası beni buldu. İyi de bu işaret nerede kullanılıyordu yahu? İşte kırk yıllık memurum, al sana alışkanlık, deneyim... Ama bunca zaman yazılarımda tek ünlem işareti kullanmamışım. Ya!
Yifim Fomiç içinden dua etti. Gözlerini kapadı. Ama kocaman, kan renkli ünlem hemen gözlerinin önünde belirdi. Çabucak gözlerini açtı.
— Yuh olsun! Bu gidişle sabaha kadar bana uyku
yok!
Uyku tutmayınca aklına, karısının kız enstitüsünü bitirdiğini söyleyerek övünmesi geldi. Hemen ona sordu:
— Mefruşa, canım sen ünlem işaretinin nerelerde kullanıldığını biliyor musun?
— Bilirim tabii... Enstitüde boşuna mı yedi yıl dirsek çürüttüm? Bütün dilbilgisi kurallarını ezbere bilirim. Ünlem işareti, hitap sözlerinden sonra, sevinç, öfke, kızgınlık ve daha diğer duyguları anlatmada kullanılır.
Yefim Fomiç:
— Doğru... Sevinç, öfke ve kıskançlık gibi duyguları...
Memur Yefim Fomiç düşünmeye başladı. Kırk yıllık memurluk yaşamını, yazdığı yazıları düşündü. Bu yazıların hiçbirisinde sevinç, kızgınlık, korku duygularını belirten bir ibare yoktu ki anlatsın.
— Diğer duygular... Resmi yazılarda duyguya yer olmaz ki, ne gerek var. En duygusuz insan bile onları yazar.
Ateş gibi parıldayan ünlem işaretinin gerisinden genç memurun yüzü yine ortaya çıktı. Alaycı, küçümseyen bir bakışı vardı. Yefim Fomiç yatağa oturdu. Alnında soğuk terler belirmişti. Başı ağrıyordu.
Oda lambanın ışığıyla aydınlıktı. Her şey düzenliydi. Tatlı ve yumuşaktı. Ama memur Yefim Fomiç’in ilgisini çekmesi olanaksızdı. O, kafasını bir şeye takmıştı. Ünlem işareti sanki somutlaşmış hayalinde değil de
odada tuvalet masasının yanında duruyor, onunla alay ederek gözlerini kırpıp duruyordu.
Ünlem işaretinin hayaleti, ürpertici nefesini Yefim Fomiç’in yüzüne üfledi.
— Yazı makinesi, duygusuz kaba.
Yefim Fomiç yorganı başına çekti. Hayalet yorganın altında da onu rahat bırakmadı. Sabaha kadar işkence içinde kıvrandı. Gündüz de ünlem işaretinin hayaleti ona rahat vermedi. Yefim Fomiç nereye baksa, nereye gitse hep onu görüyordu. Çizmelerinin içinde, çay tabağında, duvardaki resimlerde... Kısacası her yerde ünlem işaretinin hayaleti vardı.
Aklına, diğer duygular sözü geldi. Düşündü:
— Ne duygusu... Bu işlerde duyguya yer yok. Şimdi müdürün evine gidip deftere imza atacağım. Bu işleri yaparken duyguya gerek yok ki... Ne duygu duyabilir ki insan. Bir makine gibi...
Yefim Fomiç sokağa çıktı. Bir araba çağırdı. Arabacının yerinde ünlem işaretinin oturduğunu gördü sanki. Müdürün evine gitti. Holde uşağın yerinde yine ünlem işaretini görür gibi oldu. Ünlem işaretleri öfke, kızgınlık, sevinç gibi duyguları belirtir... İmza defterine gitti. Ünlem işareti kalem kılığına bürünmüştü. Yefim Fomiç kalemi aldı, mürekkebe batırdı. İmzasını attı.
Şube müdürü Yefim Fomiç Perekladinü!
Üç ünlem işareti koydu. Hem seviniyor hem de öfkeleniyordu.
Kalemin ucunu bastırarak yazarken:
— Al sana, al işte, diye söylendi.
Bu sözden sonra ünlem işareti kayboldu.
*********************************************************************************
ANTON ÇEHOV KÜÇÜK ADAMLAR HİKAYESİ OKU
Bir ses duyuldu:
— Volodya geldi!
Natalya koşarak yemek odasına girdi, çığlık çığlığa bağırdı:
— Küçük Volodya geldi. Oh Tanrım.
Korelev ailesi Volodya’nın gelişini bekliyordu. Hepsi pencereye koşturdu. Avlunun önünde büyük bir kızak vardı. Kızağı çeken üç at vardı. Atların üçü de beyazdı. Atlardan duman çıkıyordu. Volodya kızaktan hemen inmiş, hole girip soğuktan kızarmış parmaklarıyla başlığını çözmekteydi. Sırtındaki okul paltosu, şapkası, ayağındaki ayakkabılar ve şakağından dökülen saçları karla kaplıydı. Voloyda’nın her yanından keskin bir soğuk yayılıyordu. Ona bakan, soğuktan ürperirdi anında...
Annesi ve teyzesi hemen Voloyda’ya sarıldılar. Yanaklarından öpmeye başladılar sırayla. Natalya Volod-ya’nın keçe çizmelerini çıkarmak için uğraşıyordu. Kız kardeşleri sevinç çığlıklarıyla kapıları çarpıyordu. Çarpan kapılardan hoş olmayan gıcırtı sesleri geliyordu. Volodya’nın babası sırtında ceket yerine bir yelek ve elinde makasla koşarak geldi. Korkmuş bir sesle:
— Seni dün beklemiştik... Bari yolculuğun iyi geçti mi? Bırakın, çocuğumu ben de biraz kucaklayayım. Yoksa beni babadan saymıyor musunuz?
Evin kocaman köpeği Volodya’yı görmenin keyfiyle kuyruğunu duvarlara, masalara çarparak havlıyor, Volodya’ya yaklaşmaya çalışıyordu.
Aile oğullarına kavuşmanın sevincini bir iki dakika içinde yaşadı. Sevinç dalgası bitince sofada Volod-ya’dan daha ufak tefek, üstü başı kar içinde birisini gördüler. Bu küçük adam kalın bir kürkün içinde sessizce durmuş onları izliyordu. Bir anda bu sessiz adam herkesin ilgisini çekti.
Annesi fısıldar gibi sordu:
— Oğlum Volodya, bu bey kim?
Volodya:
— Sîzleri o kadar özlemişim ki unuttum tanıştırmayı. Sîzlerle tanıştımaktan çok mutlu olacağım arkadaşım Çeçevitsin. Birlikte geldik. Bir süre bizde misafir kalacak.
Volodya’nın babası bundan çok hoşlanmıştı. Keyifle:
— Çok seviniriz. İçeri geliniz. Heyecandan ceketimi giymeyi unutmuşum. Böyle ev içi kıyafetimle sizi karşıladığımız için kusurumuza bakmayın.
Baba hemen Natalya’ya dönerek:
— Natalya, küçük beyin üstünü çıkarmasına yardım et.
Bu sırada köpek aralarına girip Volodya’yı koklamaya çalıyordu. Bunu yaparken de ortalığı birbirine karıştırıyordu. Baba bu kez:
— Şu köpeği hemen buradan uzaklaştırın. Ne sırnaşık hayvan bu böyle!
Karşılama faslı bitince sevgiden, öpülüp kucaklanmaktan sersemleyen ve yüzü hâlâ soğuktan kıpkırmızı olan Volodya arkadaşı ile masada çay içiyordu. Dışarının karla kaplı beyazlıkları arasından süzülen güneş ışığı semavere yansıyor, oradan bardağa ve kaptaki suya yansıyordu. Sıcak odada bir yandan ısınırken diğer yanda hâlâ soğuk olan bedenlerinin nasıl titrediğini hissedebiliyorlardı.
Baba sigarasını sararken bir yandan da bazı sözcükleri uzata uzata konuşuyordu:
— İşte yine Noel yaklaştı. Oysa yaz geçeli çok oldu. Hatırlar mısın oğlum? Seni yolcu etmek için istasyona kadar gelen annen ne kadar ağlamıştı. İşte döndün bak! Zaman nasıl da geçiyor değil mi? Hemen yaş-lanıveriyor insan.
Baba, oğlunun arkadaşının sıkıldığını düşünerek:
— Küçük bey, lütfen yiyeceklerden yiyiniz. Yabancılık çekmeyin. Biz candan insanlarız.
Volodya’nın Katya, Sonya ve Maşa adında üç kız kardeşi vardı. En büyüğü on bir yaşındaydı. Üç kız masanın başına oturmuştu; gözleri eve gelen yabancıdaydı. Çeçevitsin Volodya’ya göre daha zayıf ve esmerdi. Yüzünde çiller vardı. Saçları fırça gibi dikti; çekik gözlü ve kalın dudaklıydı. Yakışıklı biri sayılmazdı. Sırtındaki ceket okul ceketiydi. Onu görenler yoksul bir ailenin çocuğu olduğunu sanırlardı.
Çeçevitsin konuşmayı pek sevmeyen somurtkan biriydi. Kızlara bakıp bir kez bile gülümsemedi. Kızlar onu incelerken çok bilgili birisi sandılar. Sanki hep bir şeyler düşünüyordu. Ona bir şey sorulduğunda orada değilmiş gibi irkilerek sorana bakıp, sorunun bir daha tekrarlanmasını istiyordu.
Kız kardeşleri Volodya’nın da çok konuşmadığını, hiç gülmediğini sanki eve gelmekten hoşlanmamış gibi davrandığını gördüler. Çükü Volodya çok konuşur ve hep neşeli olurdu. Masada otururken kızlarla bir kez konuşmuştu. Konuşması da ilginçti. Parmağıyla semaveri gösterip:
— Kaliforniya’da çay yerine cin içerler, demişti.
Volodya da arkadaşı gibi düşünüyordu. İkisinin de kafasında bir şeyler vardı. Sanki aynı şeylerle meşguldüler.
Çay içme faslı bitince baba ve üç kız kendi işlerine devam etmek için çocuk odasına döndüler. Çünkü Volodya geldiğinde işlerini yarım bırakıp onları karşılamışlardı. Noel için hazırlık yapıyorlardı. Renk renk kâğıtlardan saçak, çiçek yapıyorlardı. Kızlar her yapılan çiçeği, ilk kez görmüş gibi sevinçle karşılıyordu. Onların sevinçlerini belirten sözleri odayı gürültüye boğuyordu. Babayı bile heyecanlandırıyorlardı. Elinde makasla iş yaparken:
— Bu makas kesmiyor, ağzı körelmiş, deyip makası fırlatıyordu.
Bu sırada anne üzgün bir yüzle odaya girdi:
— Makasımı bulamıyorum, kim aldı makasımı? Yoksa yine sen mi aldın İvan Nikolayiç?
İvan Nikolayiç:
— Bu evde bir makası bile bana çok görüyorlar!
Baba İvan Nikolayiç bir süre küsermiş gibi yapıyor
sonra yine kendisini işin coşkusuna kaptırıyordu.
Volodya bu gelişinde çok değişmişti. Oysa önceleri Noel hazırlıklarına katılırdı, çalışmalara içtenlikle yardım ederdi. Kar adam yapılmasını izlemek için sokağa çıkardı. Ama şimdi babası ve kız kardeşleri Noel süsleri yaparken yanlarına gidip bakmadı bile. Arkadaşı da kendisi gibiydi. Noel süsleri onun da ilgisini çekmiyordu. Bir kez bile gelip neler yaptıklarına bakmadı.
İkisi pencerenin yanma oturmuş bir şeyler anlatıyorlardı. Sanki konuşmalarını başkası duymasın diye fısıldaşıyorlardı. Bir süre sonra bir atlas alarak haritalara bakıp fısıldar gibi konuşmalarını sürdürdüler.
Çeçevitsin:
— Buradan, önce Perm'e, oradan da Tümen’e gideriz. Tümen’den Tomsk’a geçeriz. Sonrasında Kamçatka’ya varırız. Buradan bizi Samoyetler, Bering Bo-ğazı’ndan kayıklarla geçirirler karşıya. Böylece Amerika’ya varmış oluruz. Orada yırtıcı hayvan çoktur.
Volodya:
— Ya Kaliforniya?
Çeçevitsin:
— Kaliforniya daha aşağılarda. Amerika’ya vardık mı gerisi kolay. Önemli olan Amerika'ya ulaşmak. Yiyeceğimizi avlanarak veya soygunla sağlarız.
Çeçevitsin akşama kadar kızlarla konuşmadı. Onlardan uzak durdu. Ara sıra onlara göz ucuyla bakmayı da ihmal etmedi. Bir ara kısa süreyle kızlarla baş başa kaldı. Kızlarla Çeçevitsin birbirlerine bakıp durdular. Çeçevitsin sessizliğin çok can sıkıcı olduğunu düşünerek Katya’ya kuru bir sesle sordu:
— Mayne Redd’i okudun mu?
Katya:
— Okumadım. Peki siz patenlerle kaymayı bilir misiniz?
Çeçevitsin kızın sorusunu yanıtlamadı, sıkıntısını belli eder gibi avurtlarını şişirdi. Sesli soluk aldı. Düşüncelere dalmış bir hal aldı. Gözlerini yine Katya’ya dikerek:
— Bizon sürüsü bozkırda koşarken yerler sarsılır. Ürken yabani atlar her tarafa koşturur, etrafına çifteler atar. Kızlar anlamsız anlamsız bakarken Çeçevitsin üzgün bir edayla:
— Kızılderililer trenleri soyar. Bütün bunlardan beteri de sivrisinekler ve termitlerdir.
Kızlar daha önce duymadıkları sözün ne olduğunu merak ederek sordular:
— Nedir ki bu termitler?
Çeçevitsin:
— Karınca gibi ama kanatları var. Öyle bir ısırırlar ki... Hem ben kimim biliyor musun?
— Bay Çeçevitsin’siniz, bunu bilmek zor değil ki!
Çeçevitsin:
— Bilemedin. Ben yenilmezlerin reisi Atmaca Pen-çe’yim.
Kızların en küçüğü Maşa pencereden dışarı baktı. Akşam olmak üzereydi:
— Dün akşam biz de atmaca pençesi yemeği yedik, dedi.
Çeçevitsin’in kızlarla konuştuğu ipe sapa gelmez şeyler, Volodya ile pencere önünde fısıldaşarak konuşmaları, Volodya’nın her zamankinden farklı davranışları, sürekli düşüncelere dalması kızlara garip geldi. Büyük kızlar Sonya ile Katya bunu merak ettiler. Volodya ile Çeçevitsin’i izlemeye başladılar.
Gece herkes yatağa girip de uyuma zamanı gelince Volodya ile Çeçevitsin’in yattığı odanın kapısına gelerek içeriyi dinlemeye başladılar. Kızlar çok ilginç şeyler duydular. Volodya ile Çeçevitsin altın aramak için Amerika’ya kaçmayı planlıyorlardı. Bunun için uzun zamandır hazırlık yapıyorlarmış. Tüm hazırlıkları bitmişti. Neler almamışlar ki: Tabanca, bıçak, bisküvi, ateş yakmak için mercek, yön bulmak için pusula... Dört ruble para...
Gidecekleri yol binlerce kilometreydi. Bu yolu yürüyerek gidecekler... Yolda kaplanlarla, vahşi insanlarla dövüşecekler... Altın bulacaklar, fildişi toplayacaklar. Kendilerine kötülük yapanları öldürecek, denizde korsanlık yaparak para kazanacaklar... Amerika’nın içkisi olan cin içecekler... Bütün bu mücadelelerden sonra çok güzel bir kızla evlenecekler...
Kızlar; Volodya ile Çeçevitsin’in ateşli konuşmalarından öğrendiler bunları. Konuşurken Çeçevitsin kendisine Atmaca Pençe, Volodya’ya da Solgun Benizli diye sesleniyordu.
İki kardeş tüm bunları dinledikten sonra yatmaya gitti. Yatarken Katya:
— Sonya, sakın bu duyduklarımızı anneme anlatma. Volodya bize Amerika’dan altın ve fildişinden süs getirecek. Annem duyarsa onu bırakmaz, dedi.
Noel’den önceki gün Çeçevitsin bütün günü bir Asya haritasının karşısında geçirdi. Volodya ise çok huzursuzdu. Hep dolaşıp durdu. Yüzü sıkıntıdan kıpkırmızıydı. Suratı asıktı. Hiçbir şey yemedi. Bir ara Hazreti İsa’nın resminin bulunduğu bir tablonun önünde dua edip:
— Tanrım, zavallı annemi koru, beni affet, dedi.
Akşamüstü ağlamaya başladı. Uyumaya giderken annesine ve kardeşlerine birkaç kez sarılıp onları öptü.
Katya ile Sonya; Volodya’nın neden böyle davrandığını seziyorlardı. Ancak Küçük Maşa bilmiyordu.
Noel sabahı Sonya ile Katya aceleyle yataklarından çıktılar. Volodya ile Çeçevitsin’in Amerika’ya kaçmak için yola çıkışlarını görmek istiyorlardı. Yattıkları odanın kapısına gittiler. İçeriyi dinlediler.
Çeçevitsin konuşuyordu. Sesi öfkeliydi:
— Söyle gelmeyecek misin? Niye vazgeçtin?
Volodya ağlayarak:
— Annemi bırakamam, onu bırakıp nasıl giderim?
Çeçevitsin:
— Benim soluk benizli kardeşim, lütfen gidelim, yalvarıyorum. Beni gideceğine inandırarak buraya getirdin. Şimdi vazgeçiyorsun. İş, uygulamaya gelince korkuyorsun!
— Ben hiçbir şeyden korkmuyorum. Anneme acıyorum. Onu bırakamam!
Çeçevitsin:
— Gelecek misin, gelmeyecek misin?
— Geleceğim ama biraz zamana ihtiyacım var. Evde biraz daha kalmalıyım.
Çeçevitsin:
— O zaman ben tek başıma giderim. Sen olmadan da bu yolculuğa çıkabilirim. Hani bir de kaplanla dövüşmekten söz ediyordun! Ben gidiyorum. Mermilerimi ver geri!
Volodya bu rest karşısında ağlamaya başladı. Onun ağlaması kız kardeşlerini de etkiledi. Onlar da kapı önünde sessizce ağladılar. Bir süre sonra ortalık sessizliğe gömüldü.
Sessizliği Çeçevitsin bozdu:
— Gelmemeye karar verdin öyle mi?
Volodya:
— Geleceğim!
Çeçevitsin:
— Hadi giyin!
Çeçevitsin Volodya’yı şevklendirmek için Amerika ile ilgili güzel düşlerini durmadan anlatıyordu. Zaman zaman taklitler yapıyor, savaşıyormuş gibi hareketlerde bulunuyordu. Ona güzel ve değerli armağanlar vermekten söz ediyordu.
Kapıdan onu sessizce dinleyen kızların gözünde bu çilli, zayıf ve esmer çocuk olağanüstü birisi gibi görünüyordu. Konuşurken öyle sesler çıkarıyordu ki sanki gerçek bir aslandı.
Kızlar kapıdan ayrılmak için odalarına yöneldiler.
Katya gözleri dolu dolu:
— Ben öyle çok korkuyorum ki, dedi.
Gün sessiz başladı. Öğle yemeğine başlarken Volodya ve Çeçevitsin ortalarda görünmüyordu. Hizmetliler evin her tarafını aradılar, ama bulamadılar. Köye adam gönderip araştırdılar. Köyde de kimse onları görmemişti. Yemek yendi. İkindi çayı içildi. Hâlâ iki çocuk ortalarda yoktu. Anne çok üzgündü, ağlamaya aşladı. Gece yine köye adam gönderdiler. Fenerlerle etrafı aradılar, dere kıyılarını araştırdılar. Bulamadılar.
Ertesi gün eve polis geldi. Yemek odasında tutanak tuttu. Anne, oğlundan haber alamadığı için durmadan ağlıyordu.
Bir ara kapının önünde bir kızağın durduğu görüldü. Kızağı çeken üç beyaz attan dumanlar tütüyordu.
Dışarıdan:
— Volodya geldi, sözleri duyuldu.
Natalya koşarak haberini çığlık çığlığa verdi:
— Volodya geldi, Volodya geldi.
Evin köpeği Mylord sevinçle havladı.
Çocuklar kente inmiş. Kentte barutun nerede satıldığını sormuşlar. Esnaf da bunlardan kuşkulanmış. Çocukları yakalamışlar.
Volodya içeri adım atar atmaz ağlamaya başladı. Annesinin kucağına koştu. Kızlar büyük bir korkuyla neler olacağını beklemeye başladılar. Babaları iki çocuğu alıp çalışma odasına götürdü. Onlarla uzun uzun konuştu. Kızlar babalarının konuşmalarını duyuyorlardı. Anneleri genellikle ağlıyor bazen de konuşuyordu.
Babaları ikna edici bir ses tonuyla:
— Nasıl böyle bir şey yaparsınız? Eğer bu yaptıklarınızı öğrenirlerse sizi okuldan atarlar. Çeçevitsin, bu
yaptığınız size hiç yakışmıyor. Hiç de uygun bir davranış değil. Bu işte en çok sizin suçunuz var. Umarım aileniz size gereken cezayı verecektir. Ne ayıp şey! Peki geceyi nerede geçirdiniz?
Çeçevitsin gururla:
— İstasyonda geçirdik, dedi.
Volodya bitkindi. Yattı. Başına sirke suyu sürülmüş bir bez koydular. Çeçevitsin’in ailesine telgraf çektiler.
Ertesi gün Çeçevitsin’in annesi geldi. Çeçevitsin yüzünde kibirli ve sert bir ifadeyle annesiyle birlikte gitti. Kızlarla vedalaşırken tek söz etmedi. Sadece Kat-ya’nın defterine "Atmaca Pençe" sözcüklerini yazdı.
*********************************************************************************
ANTON ÇEHOV HAKKIN ARAMAYI BİLMEK HİKAYESİ
Julya çocuklarımın mürebbiyesidir. Uzun zamandır ona aylığını ödememiştim. Ara sıra benden para alırdı. Kendisi ile alacak verecek konusunu görüşmek için odama çağırdım.
— Senin da paraya ihtiyacın olabilir. Lütfen oturunuz Julya, hesaplaşalım. Siz çok iyi kalpli birisiniz. Benden para istemeye yüzünüz tutmaz. Ne kadar borcum olduğunu bilmiyorum. Seninle otuz rubleye anlaşmıştık.
Julya:
— Kırk ruble idi.
— Hayır bende yazılı belgesi var, otuz ruble. Ben çalıştırdığım tüm mürebbiyelere otuz ruble aylık öderim. İki aydır çalışıyorsunuz değil mi?
Julya:
— İki ay beş gün oldu.
— Tam iki ay olmuş Julya, bende yazılı. Tamı tamına iki ay. Bu hesaba göre benden altmış ruble alacağın var. İki ayda dokuz pazar günü var. Bunu ödemeden çıkaralım. Çünkü siz de bilirsiniz ki pazar günleri Kolya ile gezmeye çıkarsınız. Ders yapmazsınız. Üç de bayram var.
Julya adamın böyle ince ince hesap yapmasına çok öfkelendi. Elbisesini çekiştirdi. Ama adama tek söz söyleyemedi.
— Bayram günleri... Bu günleri maaştan düşeceğiz. Yani alacağından on iki ruble çıkaracağız. Kolya bir ara hastalanmıştı. Derslere katılmadı. Sadece Var-ya ile ders yaptınız. Sizin de dişinizin ağrıdığı için hanımın öğleden sonra size ders yaptırmadı. Bunları da toplam yedi ruble olarak kabul edelim. Alacağın altmış rubleden bunu çıkaralım... Kırk bir ruble alacağın var. Anlaştık değil mi?
Julya öfkeden kızardı. Ama belli etmedi. Gözleri doldu, çenesi oynamaya başladı, neredeyse ağlayacaktı. Öksürdü. Sinirini öksürüğünden çıkardı. Ama bana tek söz etmedi.
— Ha unutuyordum. Bir tabak ile çay bardağını düşürüp kırmıştınız. Bunun için iki ruble daha borcunuz var. Aslında çay bardağının değeri daha fazla ya... Çünkü o ailemden bana kalan bir armağandı. Neyse bu böyle olsun. Yine unutuyordum. Sizin dikkatsiz davranışınız nedeniyle Kolya ağaca tırmanırken ceketini yırtınıştı. Bu ceket de pahalıydı. Bunun için de on rublenizi keseceğim. Aklıma şimdi geldi. Yine dikkatsizliğiniz soncu Varya’nın ayakkabıları çalındı. Bu da sizin dikkatsizliğiniz sonucu oldu. Eğer dikkat etseydiniz ayakkabılar çalınmayacaktı. Bunu cezası olarak da beş rublenizi daha vermeyeceğim. Tamam mı?
Julya’dan hiç ses çıkmadı.
— Ayrıca benden ayın onunda on ruble almışsınız...
Julya benim zor duyacağım bir sesle mırıldanarak:
— Hayır almadım.
— Ama bak bende yazılı.
Julya:
— Yazılıysa siz bilirsiniz.
— Şimdi hesaplayalım. Kırk bir rubleden aldıklarını çıkarırsak on dört ruble alacağınız kaldı.
Julya dokunsan ağlayacaktı. İki gözü de dolmuştu. Yüzünden ter damlaları akmaya başladı. Kızcağız titrek ve ağlamayla karışık bir sesle:
— Beyefendi, ben sadece bir kez nakit para aldım. Onu da sizden değil hanımımdan aldım. Aldığım sadece üç rubleydi. Başka da nakit para almadım.
— Ha bak bunu bilmiyordum. Bu bende yazılı değil. Hesap yaparken bunu da dikkate almalıyım. Üç ruble daha çıkarırsak benden on bir ruble alacağınız kaldı. İşte paranız. Alın lütfen. Üç tane üç iki tane de birer rubleniz.
Ona on bir rubleyi verdim. Zavallı kız parayı aldı.
— Teşekkür ederim, dedi.
Çok sinirlenmiştim. Ayağa fırladım. Odanın içinde bir süre dolandım. Öfkeyle sordum:
— Niye bana teşekkür ediyorsunuz ki?
Julya:
— Verdiğiniz paralardan dolayı.
— Ben sizin alacağınızı birçok nedenler öne sürerek kuşa çevirdim. Sizi kandırdım. Alacağınızı kuşa çevirerek çok azını verdim. Siz hâlâ bana teşekkür ediyorsunuz.
Julya:
— Birçok yerde çalıştım. Buralarda bu kadarını bile alamazdım.
— Demek bu kadarını da vermezlerdi öyle mi? Eee doğaldır. Oysa ben size küçük bir oyun oynamak istedim. Siz çok iyi bir mürebbiyesiniz. Çocuklarıma çok yardımınız oldu. Şu elimdeki zarfta seksen ruble var. Sizin mürebbiyelik ücretiniz tam seksen ruble. Bu sizin hakkınız. Siz hakkınızı aramaz, her söylenene boyun eğerseniz size tabii hakkınızı vermezler. Siz nasıl böyle uysal ve verilene razı olabiliyorsunuz ki? Niye karşı çıkmıyorsunuz haksızlığa? Size yapılan haksızlığa neden susuyorsunuz? İnsan günümüz dünyasında biraz mücadeleci olmalı.
Julya gülümsedi. Sanki kendince doğru söylersiniz der gibiydi. Julya’ya iyi bir ders vermiştim.
— Eğer davranışım sizi kırdıysa özür dilerim, dedim.
Julya’ya seksen ruble bulunan zarfı verdim. Julya zarfı çekinerek aldı. Teşekkür ederek gitti.
İnsan biraz güçlü olmalı. Güçlü olmak da çok zor değil.
*********************************************************************************
ANTON ÇEHOV SEVİMLİ KÖPEK KAŞTANKA HİKAYESİ
Küçük, kızıla yakın renkli, yüzü tilkiyi andıran bir köpek kaygıyla etrafı inceliyor, sonra bir aşağı bir yukarı koşuyordu. Ara sıra durup etrafa bakıyor, karda üşüyen ayaklarının birini kaldırıp diğerini indiriyordu. Kendi kendine:
— Hay aksi şeytan nasıl da kayboldum?
Gününü nasıl geçirdiğini anımsamaya çalıştı. Gün boyu neler yaptığını, yolunu yitirdiği bu sokaklara nasıl düştüğünü anımsıyordu. Hem de iyi anımsıyordu.
Efendisi Luka Aleksandriç sabah başına şapkasını giymiş, kırmızı mendille sarılı bir şeyi alıp koltuğunun arasına sıkıştırmış:
— Kaştanka kımılda gidelim, diyerek yüksek sesle seslenmişti.
Sevimli minik bir köpek olan Kaştanka tezgâh altında yongaların içinde uyuduğu yerden çıktı. Keyifle gerinip efendisinin arkasından koşturdu.
Sahibi marangozdu. İş yaptığı müşterileri uzak yerlerdendi. Bu yüzden böyle müşteri ziyaretleri Kaştan-ka'nın çok hoşuna gidiyordu. Çünkü bu gidiş gelişler Kaştanka için güzel bir gezintiye dönüşüyordu.
Kaştanka yine böyle bir geziye çıktığı için çok keyifliydi. Oraya buraya zıplıyor, geçen atlı tramvaylara havlıyordu. Yol üstündeki evlerin avlularına koşturuyor, içeri girip çıkıyordu. Gördüğü köpeklerin peşlerinden gidiyordu. Marangoz efendisi, kıpır kıpır yerinde duramayan Kaştanka’yı zaman zaman gözden kaybediyordu. Marangoz Kaştanka’yı göremeyince öfkeyle onu çağırıyordu. Bir ara Kaştanka öyle arsızlaştı ki marangozu takmaz oldu. Marangoz onu yakalayarak kulaklarından çekti. Öfkeyle konuştu;
— Bu gidişle çok sürmez ölürsün!
Luka Aleksandriç iş görüşmelerini bitirdikten sonra kısa bir süreliğine bir lokantaya uğradı. Burada genellikle yemek yerdi. Lokantadan ayrılınca kız kardeşinin evine gitti. Orada da fazla durmadan ayrıldı. Doğruca bir ciltevine gitti. Buradan sonra bir yere uğrayıp bir şeyler içti. Oradan da bir dostunu ziyaret etti.
Böylece Kaştanka, sahibi marangozla keyifli gezisini sürdürdü. Sahibi dostundan ayrılıp Kaştanka’nın bilmediği bir kaldırıma geldiklerinde akşam olmuştu. Marangoz keyifle kendi kendine bir şeyler mırıldanırken bir anda bir bando sesi duyuldu. Kaştanka korktu, irkildi. Etrafına bakınca bir askeri birliğin kendisine doğru geldiğini gördü. Müziği sevmezdi, müzik sesi duyunca sinirlenirdi. Öfkeyle etrafta koşturdu. Havladı. Sahibi Kaştanka gibi değildi. Ne korktu ne de bağırdı. Kaştanka şaşırdı. Sahibi esas duruşa geçti, keyifle elini kasketine götürdü. Selam durdu. Sahibinin tepki vermek yerine keyifli olduğunu görünce Kaştanka iyice öfkelendi. Havlarken sesini iyice yükseltti. Öfkeden kendisini kaybetti. Karşı kaldırıma kendisini zor attı. Bir süre burada bilinçsizce havladı. Sakinleştiğinde bando susmuşu. Askerler sokakta yoktu. Hemen aklına sahibi geldi. Efendisinden ayrıldığı karşı kaldırıma koştu. Ama efendisi yerinde değildi.
Kaştanka efendisini bulmak için sağa sola koşturdu. Sokağı bir daha dolandı. Efendisi ortadan kaybolmuştu. Kaştanka sahibini kokusundan bulacağını düşündü. Sokağı, burnunu çekerek koklamaya başladı. Kauçuk ayakkabılarla adamın birisi az önce sokaktan geçtiği için her taraf kauçuk kokuyordu. Kaştanka başka koku alamadı. Kauçuk lastiğin kokusu tüm kokulara sinmişti.
Kaştanka korkuyla sokakta koştururken hava iyice karardı. Sokak fenerleri yandı. Evlerin pencerelerinden ışıklar yansımaya başladı. Lapa lapa yağan kar; sokağı, at sürücülerinin şapkalarını bembeyaz etmişti.
Karanlık arttıkça beyazlık daha da belirginleşiyordu. Kaştanka sokakta durmuş, efendisini arıyordu. Önünden sürekli insanlar geçiyordu. Hiçbirisi ayaklarının ucunda duran minik köpeğe aldırmıyordu. Hava iyice kararınca Kaştanka telaşlandı, korkmaya başladı. Bir evin kapısının eşiğinde durdu. Kendince ağlamaya başladı.
Çok acıkmıştı. Efendisi ile geziye çıktığından beri midesine çok az şey girmişti. Bunlar: Ciltçiye gittiklerinde yediği biraz tutkaldı. Diğeri de bir lokantada bir parça salam derisi yemişti. Açlık, sahibini yitirmek ve karanlık Kaştanka’yı çok korkutmuştu. Kar sırtını ve başını kaplamıştı. Karın yumuşak yumuşak yağışı, yorgunluk Kaştanka’yı bitkin hale getirmişti. Kaştanka kapıya iyice sindi. Yavaştan kestirmeye başladı.
Kapının sinir bozucu bir ses çıkararak açılmasıyla birlikte bir ucu Kaştanka’ya sürtündü. Kaştanka korkuyla uyandı. Hemen zıpladı. Bu sırada kapıdan bir adam dışarı çıktı. Adamın ayağı Kaştanka’ya çarptı. Kaştanka rahatsız edildiği için havlayarak tepki verdi. Adam yere baktığında Kaştanka’yı gördü.
— Vah zavallı köpek nasıl geldin buralara? Niye öyle havlıyorsun? Yoksa bir yerini mi incittim?
Kaştanka karla kaplanmış tüylerinin arasından baktı. Karşısında kısa boylu, tombul, sakallı bir adam vardı. Şapkası boru biçimindeydi. Kürkünün yakası açıktı. Adam Kaştanka’nın üstündeki karları döktü. Kaştanka hâlâ adama hırlamaya devam ediyordu.
Adam:
— Niye bana öfkeleniyorsun? Sahibini mi kaybettin? Yoksa yolunu mu şaşırdın? Sevimli minik köpek... Şimdi senin için ne yapabilirim?
Kaştanka adamın sesinde tatlı, sevecen bir yakınlık duyunca hırlamayı kesti. Adamın elini yaladı. Bu kez acıdan inlemeye başladı.
Adam:
— Sen ne güzelsin öyle... Görünüşün de tilkiyi andırıyor. Benimle gel. Yoksa burada bir şey yapamazsın. Hem kim bilir belki bir işe yararsın. Beni izle...
Adam eliyle de gel işareti yaptı. Kaştanka el hareketinin ne anlama geldiğini biliyordu. Adamın arkasından uyuşmuş bacaklarıyla yürüdü.
Yarım saat sonraydı. Kaştanka büyük sayılabilecek bir odada, parlak ışık altında yerde yatıyordu. Masada yemek yiyen adamı inceliyordu. Adam yemeğini yerken arada bir bazı artıkları yesin diye Kaştanka’ya atıyordu. Adam Kaştanka’ya ekmek, peynir kabuğu, bir parça et, yarım börek ve kemik verdi. Kaştanka çok aç olduğundan atılan yiyecekleri yere düşmeden midesine indirdi. Yedikçe doymuyordu.
Adam Kaştanka’nın böyle bir açlıkla yiyecekleri yemesine bakıp:
— Efendin seni iyi beslememiş. Bir deri bir kemik bırakmışlar seni.
Kaştanka iyice karnını doyurdu. Hatta fazlasını bile yedi. Yine de karnı aç gibiydi. Yemek faslı bitince olduğu yere kıvrılıp yattı. Ayaklarını öne uzattı, kuyruğunu büyük bir rehavet içinde sallamaya başladı. Adam karnı doyduktan sonra piposunu yaktı. Kaştanka yerde keyifle kuyruğunu sallayarak onu izliyordu.
Efendisinin evi ile şimdiki evi düşündü. Buradaki eşyalar ona sevimsiz geliyordu. Odada koltuk, kanepe ve yerde bir halı vardı. Bir de içeriyi aydınlatan lamba vardı. Başka da bir eşya yoktu. Oda boşaltılmış bir yer duygusu uyandırıyordu.
Efendisinin evi eşya bakımından daha zengindi. Her yerde eşyalar vardı. Bir sürü marangoz aletleri, işlenecek tahtalar...
Kaştanka burnunu çekerek kokladı. Burnuna herhangi bir koku gelmedi. Ya marangoz efendisinin evinde... Evde duman hiç eksik olmazdı. Ev her zaman yapıştırıcı, boya, talaş kokardı. Ama hani bu adamın da hakkını vermek gerekirdi. Doğrusu yemekleri fena değildi.
Ayrıca Kaştanka adam yemek yerken ona baktığında ne azarlamış ne de tekme savurmuştu. Onu korkutmak için hiçbir harekette bulunmamıştı. Kaştanka ona tatlı tatlı bakıp durmuştu.
Adam piposunu içti. Dışarı çıktı. Biraz sonra geri döndü. Elinde küçük bir minder vardı. Minderi odadaki kanepenin yanına koydu. Kaştanka’ya seslendi:
— Küçük köpek! Senin yatağın burası. Gel yatağına bakayım. Yat uyu, dedi.
Lambayı söndürdü. Adam dışarı çıkınca Kaştanka minderin üstüne yattı. Uyumaya çalıştı. Gözleri kapandığı sırada sokaktan bir köpek havlaması işitildi. Kaştanka birden irkildi. Bu köpeğe yanıt verme isteği uyan-
dı içinde, sonra vazgeçti.
Efendisinin evini ve küçük oğlunu, yattığı yeri anımsadı. Yatağı marangoz tezgâhının altındaydı. Hüzünlendi. Efendisinin uzun kış gecelerinde çalıştığı ya da gazete okuduğu zamanlarda oğlunun kendisiyle oynamasını anımsadı.
Çocuk Kaştanka’yı arka ayaklarından çekerek tezgâhın altından çıkarırdı. Keyifle oynarlardı. İkisi de kıpır kıpırdı. Kaştanka’nın oynamaktan eklem yerleri ağrımaya başlardı. Çünkü çocuk Kaştanka’yı arka ayakları üzerinde yürütür, çan oyunu oynatırdı. Bu hoş bir oyun değildi. Çocuk Kaştanka’nın kuyruğundan çekerek onu havlatırdı. Bazen çocuk bir parça eti bir ipe bağlayıp Kaştanka’nın önüne atardı. Kaştanka et parçasını hemen yutardı. Çocuk yutulan eti iple çekip çıkarmaya çalışırdı. Eti çekerken kahkahayla gülerdi. Anılarını anımsadıkça üzüntüsü arttı. Şimdiden evini özlemeye başlamıştı. Odanın sıcaklığı karnı doyan Kaştanka’yı mayıştırdı, uykuya daldı.
Kaştanka rüyasında, bir gün sokakta gördüğü yaşlı bir köpeği gördü. Köpek ilginçti. Bir gözüne ak düşmüştü, yanağında uzun tüyler vardı. Efendisinin oğlu Fedyuşka köpeğin peşinden koşuyordu. Çocuk koşarken köpek gibi tüylendi. Havlayarak Kaştanka’nın karşısına geçti. Birbirleriyle burunlarını sürtüp koklaşıp sokağa fırlıyorlardı.
Kaştanka uyandığında sabah olmuştu. Her taraf aydınlıktı. Sokak her zamanki gündüz gürültüleri, hareketliliği içindeydi. Dışarıdaki hareketliliğin gürültüleri içeriye kadar geliyordu. Kaştanka etrafına baktı. Kendisinden başka kimse yoktu. Kalktı, keyifsiz bir biçimde odada tur attı. Bir şey göremedi. Etrafı kokladı. Burnuna ilginç bir koku gelmedi. Sofaya göz gezdirdi. Hiçbir şey ilgisini çekmedi. Bir kapı ilgisini çekti.
Orada ne olduğunu merak etti.
Kapıya gitti. Ayaklarıyla kapıyı tırmaladı. Kapı açıldı, Kaştanka odaya girdi. Yatakta birisi vardı. Yorganı başına çekmiş uyuyordu. Bunun kendisini eve getiren adam olduğunu anladı. Bilinçsizce hırlamaya başladı. Aklına akşam yediği yemekler gelince hırlamayı kesti. Sevgisini belli etmek için kuyruğunu sallamaya başladı. Adamın elbiselerini, ayakkabısını kokladı. Ayakkabılardan birazcık at kokusu geliyordu. Burası adamın yatak odası olmalıydı.
Odanın başka yere açılan bir kapısı daha vardı. Orada ne olduğunu merak etti. Göğsüyle kapıyı itip ayaklarıyla tırmaladı. Kapı açıldı. İçinde kötü bir his vardı. Sanki istemediği şeylerle karşılaşacaktı. Söylene söylene odada girdi.
Burası, yırtılmış ve kirden rengini yitirmiş duvar kâğıtlarıyla kaplıydı. Küçücük bir odaydı. O anda başını kendisine uzatıp, kanatlarını açan bej renkli bir kaz üzerine saldırdı. Kaştanka’nın odaya girmesiyle çıkması bir oldu. Çok korktu. Saldıran kazın biraz ilerisinde bir kedi yatıyordu. Rengi bembeyazdı. Kaştanka’yı görünce hemen ayağa fırladı. Tüylerini kabartarak cüssesini iri göstermek istedi. Sırtını iyice kabartarak miyavladı. Kaştanka çok korktu. Korkusunu bastırmak için yüksek sesle havladı. Kediye saldırdı. Kedi kendini korumak için karşı koydu. Pençesiyle Kaştanka’nın başına vurdu. Kaştanka sıçrayarak yere düştü. Kıçını yere dayadı. Başını kediye doğru uzatarak havladı. Kaz tıslayarak Kaştanka’nın arkasına geçti. Gagasıyla sırtına sertçe vurdu. Kaştanka’nın sırtı çok acıdı. Zıpladı. Geri dönüp kazın üzerine atıldı.
Kaştanka kedi ve kazla boğuşurken:
— Neler oluyor? diye bir ses geldi. Sesin geldiği yöne baktıklarında, bir hırka giymiş, ağzında puro ile ev sahibi göründü. Rahatsız olmuş bir edayla:
— Hadi herkes yerine! Burada neler oldu?
Ev sahibi kedinin yanına gitti. Sırtına eliyle hafifçe vurarak:
— Bu ne demek Fedor Timofeyiç? Demek kavga ediyorsunuz... Neden? Seni yaşlı yaramaz. Uslu uslu yat bakalım.
Kedi sessizce yatağına döndü. Yattı. Gözlerini kapadı. Kedinin de kavga etmekten mutlu olmadığı belliydi.
Ev sahibi kaza yaklaşarak:
— Yerine İvan İvaniç!
Kaz boynunu uzatarak sanki kavga hakkında bir şeyler söylüyormuş gibi tıslamaya başladı. Kaştanka da memnuniyetsizliğini belli eder tarzda mırıldandı.
Ev sahibi esneyerek kazın tıslamaları üzerine:
— Tamam tamam... Birbirinizle iyi geçinmelisiniz. Barış içinde, kardeşçe...
Ev sahibi bu kez Kaştanka’nın yanma gelerek:
— Hadi, sen de korkma! Arkadaşların aslında iyi kalpliler. Sana bir kötülükleri dokunmaz. Onların her birinin bir adı var. Sana ne ad koyalım?
Ev sahibi biraz düşündükten sonra:
— İşte buldum. Sana da Teyze diyelim. Olur mu Teyze?
Ev sahibi teyze sözünü birkaç kez tekrarladı. Sonra dışarı çıktı. Adam gidince Kaştanka bulunduğu yere yattı. Etrafa bakmaya başladı. Beyaz kedi yatağından kımıldamadan uyur gibiydi. Kaz ayakta boynunu öne uzatmış heyecanla çabuk çabuk bir konu hakkında hafifçe tıslıyordu.
Kaştanka yaptığı konuşmalardan hoşlandığı belli olan kazın tıslamalarına karşı arada bir hırlayarak kendisinin orada olduğunu belli ediyordu. Kaştanka ilgisini kazdan odaya çevirdi. Etrafı kokladı. Farklı kokular aldı. Etrafa baktı. Bir köşede küçük bir çanak vardı. Çanakta haşlanmış nohut ile çavdar ekmeği vardı. Ekmek küçük parçalara ayrılmıştı. Kaştanka çanağın yanma gitti. Notuttan birkaç tane ağzına attı. Tadı hoşuna gitmedi. Ekmek parçalarından birkaç tane ağzına attı. Eh fena değildi. Yemeye başladı. Kaz, tıslamalarını sürdürüyordu. Yemeğinin bir köpek tarafından yenmesine tepki vermedi. Kendini kaptırdığı tıslamalarına devam etti. Bu tıslamalar uzun bir söyleve benziyordu.
Kaştanka ile aralarında sorun olmadığını belli etmek için çanağa yaklaştı. Birkaç tane nohudu midesine indirdi.
Kaştanka çavdar ekmeğini yerken ve kaz tıslamalarını sürdürürken ev sahibi tekrar odaya girdi. Elinde ilginç bir alet vardı. Kapıya benzer bir şeydi. İki uzun sopa paralel olarak dik duruyordu. Alttan bir şeyle sabit-lenmişlerdi. İki sopanın üst kısmında bir tabanca ve çan vardı. Çanın tokmağına, tabancanın tetiğine ipler bağlanmıştı. İpler biraz uzun tutulmuş, aşağı sarkıyordu.
Ev sahibi getirdiği aleti odanın ortasına koydu. Bir süre aletin üzerindeki iplerle oyalandı. Kimini çözdü, sonra bağladı, sonra yine çözdü. Böylece bir süre iplerle oyalandı. İşlerini bitirince kaza bakarak:
— İş başına İvan İvaniçl
Kaz kendisine seslendiğini duyunca adamın yanına geldi. Durdu.
Ev sahibi:
— Hadi sallanma! Başını eğip selam ver. Çabuk!
İvan İvaniç boynunu uzatarak sallandı. Ayaklarını
birbirine çarptı.
— Güzel! Bir de ölmüş gibi yap!
Kaz yere yattı. Sırt üstüne dönerek ayaklarını havaya kaldırdı. Kaz bunun gibi birkaç küçük figür daha denedi. Bunları da yaptı. Ev sahibi bu kez:
— Yangın var! Yetişin, yanıyoruz! diye bağırmaya başladı. Adamın bu hareketine karşılık kaz iki uzun sopadan oluşan alete doğru koştu. Aletten sarkan iplerden çana bağlı olanı çekerek çanı çalmaya başladı.
Çan çalmaya başlayınca adam keyiflendi. Kazın yanına gidip boynunu okşadı.
— Güzel İvan İvaniç... Sıra başka bir oyuna geldi. Kendini bir kuyumcu san... Altın, pırlanta satıyorsun. İşyerine geldin. İşyerinde hırsızlar var. Ne yaparsın?
Kaz hemen aletin başına gitti. Tabancanın takılı olduğu ipi gagasıyla yakaladı. Var gücüyle çekti. Bu kez tabanca güm diye patladı.
Kaştanka bir köşede bunları izliyordu. Kazın yaptıkları çok hoşuna gitmişti. Kapıya benzeyen aletin etrafında koşturmaya başladı. Ara sıra havlıyordu.
Adam:
— Sus bakayım Teyze... Yerine haydi!
Kaz çanı çalmakla, ipi çekip tabancayı patlatmakla işini bitirmemişti. Adam bir saat boyunca elinde kırbaçla kazı bir ip üstünde hareket ettirdi. Kazın hareket etmesi için kırbacını durmadan şaklattı. İp yetmezmiş gibi bazı engellerden atlattı, çemberden geçirdi. Bu da yetmezmiş gibi kuyruğu üzerine oturup ayaklarını havaya kaldırtıp sallattı. Kaştanka kazın hareketlerini hayranlıkla izliyor, gözlerini ondan ayıramıyordu. Keyifle havlıyordu. Hızını alamayarak kazın peşinden oraya buraya koşturdu. Kaz iyice yorulmuştu. Kaştanka da onun peşinde koşmaktan yoruldu. Adam da terlemişti. Alnındaki terleri sildi. Bu kez dışarıya seslendi:
— Marya, domuz İvanovya’yı getir.
Kısa zamanda bir domuz sesi duyuldu. Kaştanka korktu, yerinden sıçradı. Heyecanını yenerek korkusuz bir görünmeye çalıştı. Ancak korkusu daha baskın çıktı. Adamın ayaklarının dibine sığındı. Açılan kapıdan yaşlı bir kadın başı göründü. Kadın siyah renkli çirkin bir domuzu odaya soktu. Kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Kaştanka domuzu görünce hırlamaya başladı. Domuz onun hırlamasına aldırmadı. Burnunu yukarı kaldırdı, keyifli zamanlarda çıkardığı sesler çıkardı. Burnunu kedinin karnına sürttü. Kazla koklaştı. Onlardan hoşlandığı belliydi.
Adam ortada duran, kapıya benzer aleti kaldırdı.
— Fedor Timofeyiç buraya gel! dedi.
Kedi tembel tembel yerinden kalktı. Gerindi. İstemeye istemeye domuza yaklaştı.
Adam:
— Mısır piramidi yapacağız. Hadi başlayın!
Nasıl yapılacağını, nelere dikkat etmeleri gerektiğini anlattı. Sözün sonunda:
— Bir... ikiii...üçççç! der demez kaz kanatlarını çırptı. Sıçrayarak domuzun sırtına çıktı. Bir süre kanat-
larını çırparak dengesini sağladı. Dengesini sağlayınca domuzun sırtında güvenle durdu.
Kazın domuz sırtında dengede durduğunu gören kedi Fedor Timofeyiç gönülsüz gönülsüz, önemsiz bir iş yapıyormuş gibi domuzun sırtına sıçradı. Bir süre domuzun üstünde dinlendikten sonra kazın arkasına geçti. Sıçrayarak kazın üstüne çıktı. Kaz bir iki sallandı. Sonra dengesini buldu. Kedi bu kez kazın sırtında arka ayakları üzerine kalktı. Mısır piramidi biçimini oluşturmuş oldular böylece. Kaştanka gördükleri karşısında keyiften havladı. Kedi yaşlı ve isteksiz olduğundan esnemeye başladı. Esnediği anda da kazın sırtından yere düştü. Boş bulunan kaz da dengesini kaybetti. O da domuzun sırtından yere düştü.
Adam kedi ve kazın beceriksizliğine kızdı. Onlara dikkatli olmalarını söyledi. Yine piramit yapmak için uğraşmaya başladılar. Bir saate yakın çabaladıktan sonra piramidi tekrar yaptılar. Piramit yapıldıktan sonra adam kediye puro içmeyi de öğretti. Çok yorulmuşlardı ama işi de başarmışlardı.
İş başarılınca ders bitti. Adam çok terlemişti. Terlerini sildi. Kaz işten hoşlanmamıştı, iş bitince hemen yatağına uzandı. Kedi çanaktaki yemeğe yöneldi. İhtiyar kadın domuzu alıp götürdü.
Kaştanka birçok ilginç şeyle karşılaştığı için günün nasıl geçtiğini anlamadı. Akşam kedi ve kazla aynı odada yatması için yatağı kirli kâğıtlarla kaplı odaya taşındı. Gece kaz ve kedi ile birlikte aynı odada yattı. Kaştanka yeni evinde bir ayı doldurdu. Artık akşamları düzenli olarak güzel yemekler yiyordu. Yeni adı olan Teyze’ye de alışmıştı. Yeni sahibi ve oda arkadaşları ile kaynaşmıştı. Rahatı yerindeydi.
Günü alışılmış biçimde başlıyordu. Kaz İvan İvaniç uyanınca hemen kedinin ya da Kaştanka’nın yanına geliyordu. Boynunu uzatarak aklının estiği bir konuda kendi dilince heyecanlı bir biçimde tıslayarak konuşuyordu. Kaştanka önceleri, onun bu kadar konuşkan olmasının nedenini zeki olmasına bağlıyordu. Bu yüzden önceleri o konuştuğu zaman ilgiyle dinlemeye çalışıyordu. Ona hayranlığını belirtmek için kuyruğunu sallıyordu. Artık İvan İvaniç’in konuşmaları eskisi kadar kendisinin ilgisini çekmiyordu. Uzun süren tıslamaları can sıkıcı geliyordu. Bazen dinler görünmek için "hır... hır..." diye sesler çıkarıyordu.
Kedi Fedor Timofeyiç ise ayrı bir âlemdi. Sessizce uyanıyor, yeriden kımıldamadan gözlerini bile açmaya gerek duymuyordu. Anlaşılan uyanmaktan rahatsız oluyordu. İlgisini çeken hiçbir şey yoktu. Sanki yaşamayı sevmiyordu. Her duruma kayıtsız kalıyordu. En güzel yemekleri bile isteksizce yiyordu.
Kaştanka uyanınca hemen evin odalarını turlama-ya çıkıyordu. Dolaşırken burnu ile koklamadık yer bırakmıyordu. Evde tüm odaları istediği gibi dolaşmak kendisi ile kediye bahşedilmişti. Kazın ayakları her zaman kirli olduğu için odanın kapısından içeri bakmasına bile izin yoktu. Domuz ise avludaki küçük kulübesinde yaşardı. Sadece çalışma zamanları kirli kâğıtlarla kaplı odaya alınıyordu.
Ev sahibi geç saatlerde uyanır, çayını içerdi. Çay faslı bittikten sonra sıra çalışma yapmaya gelirdi. Elinde kapıya benzer aleti, çember ve kamçısı olurdu. Çalışmalar her zamanki gibiydi. Piramit yapm, çemberden geçme, iki ayak üstünde durma, yangında çanı çalma, eve hırsız geldi tabancayı ateşle... Çalışmalar genellikle üç dört saat sürerdi. En çok yorulan yaşlı kediydi. Çalışmaların sonunda iki yana sallanarak zar zor yürürdü. Kaz İvan İvaniç yorgunluktan gagasını açık tutarak zor nefes alıp verirdi.
Adam ise yorgunluktan yüzü al al, alnı ise terden ıpıslaktı. Adam terlerini silmeyi hiç aklına getirmezdi. Derslerden sonra sıra öğle yemeğine gelirdi. Ders ve yemek günün tüm zamanlarını alıyordu.
Akşamlar Kaştanka için gündüz kadar gibi hareketli değildi. Ev sahibi kazı ve kediyi alarak dışarı çıkıyordu. Tek başına kalan Kaştanka yatağına uzanıyor, evini özleyip hüzünleniyordu. Bu hüzünle ne havlama isteği ne yemek yeme isteği ne de zıplama isteği kalıyordu. Uykuya dalınca belli belirsiz birçok hayal, rüya görüyordu.
Kaştanka artık zayıf bir sokak köpeği olmaktan çıkmıştı. Besili bir ev köpeği olmuştu.
Adam bir gün çayını içip derse başlamak için odaya geldi. Kaştanka’yı okşayarak:
— Teyze senin bu kadar dinlendiğin yeter! Bu kadar zamandır ense yaptın. Senden iyi bir oyuncu olur. Oyuncu olmak istemez misin?
O günden başlayarak adam Kaştanka’ya çeşitli numaralar öğretmeye başladı. Kaştanka ilk önce arka ayakları üzerinde durup yürümeyi öğrendi. Adamın elinde tuttuğu şekeri kapmak için sıçramayı öğrendi. Adamın biraz yüksekçe mesafede elinde tuttuğu şekeri Kaştanka sıçrayarak kapmaya başladı.
Bir başka derste dans edip ip üzerinde koşmayı öğrendi. Müzik çalarken havlayarak müziğe eşlik etmeyi öğrendi. Daha sonraları kazın yaptığı gibi çan çalmayı, tabancayı ateşlemeyi öğrendi.
Kaştanka bir aylık bir çalışmadan sonra Mısır piramidi kurulurken kedinin yerinde kendisi görev yapabiliyordu. Çalışmak Kaştanka’nın hoşuna gidiyordu. Hele verilen görevleri başardıkça iyice coşuyor, işlerini canla başla yerine getiriyordu. Özellikle ip üzerinde koşarken dilini çıkarmak, yaşlı kedinin sırtına çıkmak çok hoşlandığı hareketlerdi. Sevincini havlayarak dile getiriyordu.
Kaştanka’nın bu başarısı ev sahibinin de çok hoşuna gidiyordu. Ellerini keyifle ovuşturup:
— Büyük yetenek... Çok yeteneklisin Teyze... Çok başarılı olacaksın!
Yetenek sözünü adam o kadar çok kullanıyordu ki Kaştanka artık bu sözü öğrenmişti. Her yetenek sözünden sonra ayağa kalkıp etrafa bakıyordu. Artık onun adı Kaştanka veya Teyze değil. Yetenekti... yetenek...
IV.
Kaştanka bir gece rüyasında bir kapıcının elinde bir sopayla kendisini kovaladığını gördü. Uykudan uyandı. Her taraf sakindi. Oda kapkaranlıktı. Karanlıktan korktu. Oysa karanlıktan korkmazdı. Yandaki odadan ev sahibinin hırıltıları geliyordu. Bahçedeki kulübesinden domuzun uyurken çıkardığı horultular odaya kadar geliyordu.
Bir süre sonra her şey rutin haline döndü. Kaştan-ka’nın canı yiyecek çekti. Şimdi bir yemek yese belki içindeki sıkıntısı hafifleyecekti. Gündüz kediden çaldığı bir tavuk ayağını düşündü. Çaldığı tavuk ayağını duvarla dolabın arasında tozlu bir yere saklamıştı. Kemiği orada birisinin bulup bulmadığını merak etti. Aklına hemen gidip bakmak düşüncesi geldi. Ancak geceleri odadan çıkması yasaktı. Aklından bu düşünceyi çıkarmayı denedi. Uyuması gerekiyordu. Çünkü uyuyarak sabah daha erken gelirdi. Kaştanka tam uykuya geçmeye çalışırken yakında bir ses duydu. Korktu. Hemen ayaklandı. Bu ses kaz İvan İvaniç’ten geliyordu. Bu ses, onun her zaman dinleyeni usandıran uzun uzun tıslamalarına benzemiyordu. Kapı gıcırtısını andıran bir çığlığa benziyordu. Kaştanka etrafına bakmaya çalıştı. Karanlıkta hiçbir şey görünmüyordu. Bu, korkusunu daha da arttırdı. Korkuyla hırladı.
Aradan bir süre geçti. Her taraf yine sessizliğe gömülmüştü. Başka da ses duyulmadı. Kaştanka sakinleşti. Uyudu... Uykusunda köpeklerle yiyecek için boğuşmalarıyla ilgili rüyalar gördü.
Kaz İvan İvaniç’ın çıkardığı seslerle uyandı. Rüyası yarım kalmıştı. Uyanır uyanmaz yerinden kalkmadan havlamaya başladı. Sesin kazdan gelmediğini düşündü. Bu sırada dışarıdan domuzun horultusu işitildi.
Bir süre sonra ev sahibinin terliklerinin sesi duyuldu. Hırkasını giymiş. Elinde mumla etrafı aydınlatarak odaya girdi. Oda aydınlandı. Kaştanka etrafa baktı. Odada kendilerinden başka bir canlı yoktu. Kaz uyumuyor, kanatlarını yanlarına sarkmış bir biçimde oturuyordu. Gagası iyice açıktı. Yorgun ve susamış gibiydi. Yaşlı kedi de uyanıktı. Kazın sesine o da uyanmış olmalıydı.
Adam kazın başına geldi:
— İvan İvaniç, neler oluyor? Neden gürültü çıkardın, yoksa hasta mısın?
Kaz sessizce duruyordu, tepki vermedi. Adam kazın boynunu ve sırtını okşadı.
— Uymadığın gibi başkalarını da uyurken rahatsız ediyorsun!
Adam bir süre daha odada durduktan sonra odadan ayrıldı. Elindeki mumu da beraberinde götürdü. Oda yine karanlığa büründü. Kaştanka yine karanlıktan korku. Sanki odada başka birisi vardı. Zifiri karanlık ona olumsuz birçok şey anımsatıyordu. İçinde kötü şeyler olacakmış gibi bir duygu vardı. Ürperdi. Kaştanka gibi kaz İvan İvaniç de yatağında uyumuyordu. Yatağındaki kıpırtıları Kaştanka’nın kulağına kadar geliyordu.
Dışarıdan bir yerden bir kapı sesi geldi. Domuzun homurtuları işitildi. Kaştanka korkuyla hırlar gibi yaptı. Kaştanka yatağında aklında olumsuz düşüncelerle uğraşırken yanına gelen kedi Fedor Timofeyiç’i fark etti. Gözleri donuk iki yeşil ışık gibi parlıyordu. Kaştanka kediye sokuldu. İlk kez bu kadar birbirlerine sokuluyorlardı.
Bu sırada odanın kapısı tekrar açıldı. Mumla odayı aydınlatarak ev sahibi yine odaya girdi. Kaz hâlâ gözleri kapalı, kanatları sarkık, gagası açık ve oturur vaziyetteydi.
Adam:
— İvan İvaniç, dedi.
Kaz hafifçe kımıldadı. Adam kazın yanına çöktü.
Bir süre ona sessizce baktı.
— Ne oldu İvan İvaniç? Ölüyor musun yoksa? Şimdi anladım, ölüyorsun sen!
Adam yüksek sesle bu sözleri söyledi. Başını ellerinin arasına aldı.
— At üzerine bastı değil mi? Anlamıştım zaten. Aman Tanrım.
Kaştanka adamın sözlerini anlamasa da kötü bir şeylerin olduğunu seziyordu. Kaştanka adamın durumuna bakarak havlamaya başladı.
Adam ellerini birbirine sürterek Kaştanka’ya baktı.
—- İvan İvaniç ölüyor Teyze! Aranıza ölüm girdi.
Üzüntüden rengi solmuş olarak, içini çekerek yattığı odaya döndü. Kaştanka karanlıktan korktuğu için adamın peşinden gitti. Adam yatağına çöktü.
— Şimdi ne yapabilirim Tanrım? dedi.
Bu sözü birkaç kez tekrarladı. Kaştanka adamın ayaklarının dibinde dolanarak neler olduğunu anlamaya çalıştı. Adam neden bu kadar üzülmüştü, niye endişeleniyordu? Kaştanka adamın her hareketini izliyordu. Yatağını kolay kolay terk etmeyen kedi bile adamın yatağının yanına gelmişti. Adamın ayaklarına sürtünerek ona hoş görünmeye çalıştı. Adam bir süre yatağında oturduktan sonra bir çanak aldı. Musluktan su doldurdu. Çanağı götürüp kazın önüne koydu. Yalvaran bir sesle:
— Hadi iç İvan İvaniç, dedi.
Kazda hiç hareket yoktu. Donup kalmıştı sanki. Gözlerini bile açamıyordu. Adam kazı çanağa doğru itekledi. Boynunu eliyle tutarak gagasını suya daldırdı. Ancak kaz gagasını açıp tek damla suyu içmedi. Kanatları iyice yana sarkmıştı. Başı tabağın içine düşüp kaldı.
Adam:
— Artık İvan İvaniç için yapılacak hiçbir şey yok. Her şey böylece bitti. Daha ondan hayır gelmez, dedi.
Adamın gözlerinden sicim gibi yaşlar dökmeye başladı. Kedi ve Kaştanka ne olduğunu anlayamamışlardı. Korkuyla birbirlerine sokuldular. Kazın durumunda bir olağanüstülük seziyorlardı. Dikkatle kaza bakmaya başladılar. İkisi de ellerinde olmadan ev sahiplerinin ayaklarının dibine sokuldular.
Ev sahibi ağlayarak konuştu:
— Şanssız İvan İvaniç seninle yaz gelince tatile gitmeyi hayal ediyordum. Çimlerin üzerinde birlikte gezecektik. Sevgili dostum. Ben sensiz ne yapacağım? İyi arkadaşı mdın.
Kaştanka hareketsiz kalan kaza bakarak kendisinin de başına böyle şeyler gelebileceği korkusunu içinde duyup iç geçirdi. Nedeni bilinmiyordu ama bir gün kendisi de gözlerini açamayacak, koşup oynayamayacak, yerde kıpırdamadan yatacaktı. Ona bakanlar kendilerinin kaza baktıkları gibi korkacaktı. Aynı şeyleri kedi de düşünüyordu ki o da korku ve üzüntü içindeydi. Yüzünden düşen bin parçaydı.
Şafak vaktine kadar öylece kaldılar. Oda aydınlanmaya başlamıştı. Kaştanka’yı korkutan karanlıkta içeride bir yabancının olduğu düşüncesi artık anlamsızdı. Çünkü Kaştanka odanın içini rahatça görebiliyordu.
Ortalık iyice ağarınca bir adam gelip kazın ayağından tutarak alıp onu götürdü. Kaştanka kazın nereye götürüldüğünü bilemedi. Evde görevli yaşlı kadın biraz sonra içeri girdi. Yiyecek çanağını alıp çıktı.
Kaştanka havası iyice ağırlaşmış odadan sıkılarak salona geçti. Akşamdan sakladığı tavuk budu aklına geldi. Gidip baktı. Sakladığı yerde duruyordu. Örümcek ağlarına bulaşmış budunu görmesi bile Kaştanka’yı keyiflendirmedi. İçinden ağlamak geliyordu. Kemiğe dokunmak bile istemedi. Kanepenin altına sokuldu. Yattı. Ağlar gibi sesler çıkarmaya başladı.
V.
Günler sonra bir akşam ev sahibi, kedi ile Kaştan-ka’nın odasına girdi. Odada bir süre dolaştı. Ellerini ovuşturarak bir şeyler söylemek istedi. Ağzını açtı. Sonra vazgeçti söylemekten. Dışarı çıktı.
O gün her zamanki gibi çalışmalar yapıldı. Çalışma yapılırken ev sahibinin yüzü asıktı. Çalışmalar, provalar bittikten sonra adam bir süre dışarı çıktı. Hemen geri döndü:
— Hazırlan Teyze! Bu akşam İvan İvaniç’in yerine sen görev alacaksın. Mısır piramidinde kazın yerinde sen olacaksın. Çok zor bir durum. Gerektiği kadar prova yapamadık. Rollerinizi tam olarak öğrenip öğrenmediğinizden de emin değilim. İnsanlara rezil olmasak bari!
Ev sahibi telaşlı ve heyecanlıydı. Sözlerini bitirdikten sonra odadan çıktı. Bir süre sonra kürk paltosuna bürünmüş, başında silindir şapkasıyla geri geldi odaya. Kedinin yanına gitti. Kucaklayarak kürkünün içine koydu. Kedi hiç tepki vermedi. Çok ilgisizdi. Onun için yatakta yatmakla ev sahibinin göğsünün üstünde durmak aynı şeydi sanki.
Adam seslendi:
— Teyze, sen de gel.
Kaştanka bir şey anlamadı. Ama yanına çağırdığı kesindi. Kuyruğunu sallayarak adamın yanına gitti. Dışarı çıktılar. Adam kızakta oturuyordu. Kaştanka da kızakta adamın ayaklarının dibinde duruyordu. Adam üşüyordu. Endişeliydi. Durmadan:
— Ya beceremezsek, gülünç duruma düşeceğiz, diyordu.
Kızak büyük bir yapının önünde durdu. Yapı bir garip görünüyordu. Kaştanka şimdiye kadar böyle ilginç bir yapı görmemişti. Evin antresi birçok camla kaplıydı. Çok uzundu. Lambalarla apaydınlıktı. Kapıdan sürekli insanlar giriyordu. Kapı kocaman bir yaratık gibi durmadan insanları yutuyordu. Yapının içi çok kalabalıktı.
Kaştanka bir tek köpek göremedi. Ama evin yan tarafında sürekli gelen atlar görmüştü. Yapının yanına gelince ev sahibi Kaştanka’yı eline aldı. Kediyi odadan çıkarken göğsüne soktuğu yere sıkıştırdı. Kaştanka‘nın soğuk ayakları bir şeye dokundu. Kedinin iki parlak yeşil ışığa benzeyen gözleriyle karşılaştı. Soğuk ayakları kediyi rahatsız etmiş olmalıydı Burası dardı. Kaştanka iyice sıkıştı. Ama sıcaktı. Kedinin kulağını yalayarak onu rahatlattı. Sonra kendisi sıkışık durumdan kurtulup rahat bir vaziyet almak İçin bir süre çabaladı. Sonunda istediği biçimde oturabilir duruma geldi. Rahatladı. Bunu yaparken de kediyi kürkün içinde biraz aşağıya itti. Bu arada kendisi de biraz yukarı tırmanmış olmalıydı ki başı kürkün yakasından dışarı çıkmıştı.
Odanın içini aydınlatan bir sürü ışık vardı. Odanın iki yanında uzun bölmeler vardı. Parmaklıkların gerisinde atlar, boynuzlu, kulaklı hayvanlar dizilmişti. Öyle kocaman bir hayvan vardı ki anlatmak çok zordu. Kocaman bir başı vardı. Burnu olacak yerde uzun bir hortum vardı. Ağzının iki yanından iki uzun sivri kemik uzanıyordu, dişi olmalıydı. Kaştanka böyle bir hayvanı ilk kez görüyordu. Gördüklerinden çok korktu. Parlak ışıklar da onu rahatsız etmişti. Hemen kafasını kürkün içine soktu.
Kaştanka’nın hareketleri kediyi rahatsız etti. Kedi miyavladı. Kedi miyavlarken adam da kürk paltosunun önünü açtı.
— Hadi, zıplayın, dedi.
Kedi ve Kaştanka yere atladılar. Duvarları tahta, kurşuni renkli bir odadaydılar. Odada duvarda asılı birkaç elbiselerle bezler, yerde bir iskemle, üzerinde ayna bulunan bir masa vardı. İçerisi, baca gibi bir yerden gelen ışıkla aydınlanıyordu. Kedi bozulan tüylerini yalayarak düzeltti. İskemlenin altına girerek kıvrıldı.
Adam heyecan içindeydi. Ellerini ovuşturdu. Hemen üstünü çıkarmaya başladı. Soyununca iskemleye oturdu. Aynanın karşısında anlaşılmaz bazı şeyler yapmaya başladı. Başına bir peruk geçirdi. Peruğun saçları ortadan ikiye ayrılmıştı. Ön tarafında iki boynuza benzer çıkıntılar vardı. Adam peruğu taktıktan sonra yüzünü beyaz bir boyayla boyadı. Kaşlarını, bıyığını siyaha boyayarak belirginleştirdi. Yanaklarına kırmızı boya sürdü. Boyama işleri bitince duvarda asılı duran kocaman çiçekli, bez bir pantolon giydi. Pantolon koltuk altlarına kadar geliyordu. Bir paçası kahverengi, diğer paçası da sarı renkliydi. Pantolonun üstüne yine bezden yapılmış kısa bir ceket giydi. Bu ceketin yakası kocaman ve kenarları testere dişi gibi kesilmişti. Ceketin arkasında kocaman bir sarı renkli bir yıldız vardı. Ayaklarına farklı renklerde çoraplar giydi. Çorabın üzerine yeşil bir ayakkabı giydi. Kaştanka şimdiye kadar böyle bir giysi görmemişti.
Kaştanka bu giysiler karşısında şaşırıp kaldı. Kar-şısındakinden korktu ama aldığı koku tanıdık bir kokuydu. Konuşurken çıkan ses de ev sahibinin sesiydi. Kaştanka kuşkulanmıyor da değildi bazen... Bu gerçekten ev sahipleri miydi? Kaştanka havlayıp kaçmak istiyordu. Korkması olağan değil miydi, odaya yelpaze biçiminde yansıyan ışık, sahibinin kılık değişikliği, yüzüne sürdüğü onca boya...
Müzik çalmaya başladı. Kaştanka müzikten hoşlan-mazdı. Ara ara homurtular geliyordu. Bütün bunlar Kaştanka’nın korkusunu artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bir tek şey onu yatıştırıyordu. O da kedinin rahatça kıvrılıp iskemlenin altında yatışı. Sanki her şey onun için olağandı. Korkacak bir şey yoktu. İskemle hareket etse bile kedi gözlerini açmak zahmetine girmiyordu.
Bu sırada bir adam başını uzattı. Frak giymişti. İçinde beyaz bir yelek vardı.
— Sıra size geliyor, dedi.
Ev sahibi yanıt vermedi. Eğilip masanın altından bir valiz çıkardı, üstüne oturdu. Beklemeye başladı. Heyecan içinde beklemeye başladı. Heyecandan elleri, dudakları titriyordu. Kaştanka onun heyecanını seziyordu.
Kapının arkasından birisi seslendi:
— Bay Jorc sıranız geldi, buyurun!
Adam kalktı. Dua etti. İskemlenin altına elini uzattı. Kediyi oradan aldı. Masanın üstündeki bavula koydu. Yavaşça:
— Teyze hadi gidiyoruz, dedi.
Kaştanka adama yaklaştı. Adam onu alıp başından öptü. Onu da kedinin yanına koydu. Sonra her yer kapkaranlık oldu. Karanlıkta Kaştanka kedinin üstüne bastı. Valizin yanlarını tırmaladı. Çok korkmuştu Kaştanka... Valiz denizdeki dalga gibi sallanıyordu. Ev sahibinin haykıran sesi duyuldu:
— İşte karşınızdayım, geldim işte!
Sesten sonra valizin çarpma sesi duyuldu. Sonra bir sessizlik oldu. Bu sessizliği güçlü bir böğürme sesi bozdu. Sanki birisini öldürüyorlardı. Kaştanka bu sesin biraz önce gördüğü kocaman kafalı hortum burunlu hayvandan gelebileceğini tahmin etti. Sesi öyle güç-lüydü ki valizin kilitleri kırılacaktı az daha... Kilitler şiddetle sarsıldı. Bu böğürmenin arkasından ev sahibinin gülüşü duyuldu. Kaştanka adamın böyle güldüğünü hiç duymamış, görmemişti. Adam böğürmeyi bastırırcası-na konuştu:
— İşte sevgili seyirciler! Az önce istasyondaydım. Büyükannem sizlere ömür! Bana bir miras bıraktı. İşte bu gördüğünüz valizde çok ağır bir şeyler olmalı... Altın olma olasılığı yüksek. Ya valizin içinde milyonlar varsa! Ehh açalım bakalım.
Bu sözlerden sonra valizin kilidi açıldı. Kapağı kalktı. Güçlü ışıklar Kaştanka’nın gözlerine vurdu. Kaştanka hemen valizden dışarı atladı. Seslerden kulağı duymaz gibi havlayarak adamın etrafında koşturmaya başladı. Havlarken sesinin en yüksek perdesini kullanıyordu.
Adam:
— O da ne? Amcam Fedor Timofeyiç ve sevgili Teyzem. Saygıdeğer akrabalarım. Hay Allah!
Adam sözlerini bitirdikten sonra kendisini yüzüstü kumlara bıraktı. Zemin kumla kaplıydı. Kedi ile Kaştan-ka’yı elleriyle tutarak kucağına aldı. Kaştanka ev sahibinin kucağında dururken nerede olduklarını, etrafta neler olduğunu anlamaya çalıştı. Etrafa baktı. Çok büyük bir evin içindeydiler. Burası şaşılacak kadar büyüktü. Şaşırdı ve böyle bir yeri gördüğüne çok sevindi. Heyecanla adamın kollarından kurtuldu. Kendi çevresinde dönmeye başladı. Her taraf insan doluydu. Daha çok şaşırdı bu kadar çok insanı görünce.
Adam:
— Teyze lütfen oturun, dedi.
Kaştanka bu sözde nasıl davranacağını biliyordu. Hemen sandalyeye atladı. Oturdu. Gözü sahibindeydi. Adamın bakışları sevecen ve şefkatli geldi Kaştan-ka’ya. Ev sahibi gözlerini Kaştanka’dan kaçırarak binlerce yüze döndü. Ev sahibi şimdi kahkahalarla gülüyor, zıplayarak ilginç hareketler yapıyordu. Neşeli olduğunu göstermeye çalışıyordu. Kaştanka da ona katıldı. Bütün bakışları üzerinde hissetti. Başını yukarı kaldırarak havlamaya başladı.
Adam:
— Teyzem hadi siz biraz dinlenin de amcamla biraz dans edeyim, dedi.
Bu sırada Kedi sıranın kendisine gelmesini ayakta bekliyordu. Etrafına ilgisizce bakınıyordu. Yine anlamsız birçok hareketler yapacaktı. İşte sırası gelmişti. Şimdi efendisiyle birlikte birtakım gönülsüz hareketler yapmaya başladı. Suratı her zamanki gibi asıktı. İşleri gönülsüzce yaptığı açıkça belli oluyordu. Ama yine de yapıyordu. Kedi dansını bitirdi, esneyerek bir yere oturdu.
Adam bu kez:
— Eh teyzeciğim, şimdi birlikte şarkı söyleyelim sonra dans edelim derim, ne dersin?
Cebinde küçük bir flüt çıkardı. Çalmaya başladı. Kaştanka müziği hiç sevmezdi. Sandalye üzerinde gönülsüzce salınmaya ve ulumaya başladı. Kaştanka’nın bu hareketleri üzerine salondan büyük bir alkış koptu. Kimileri bağırıyor, kimileri ayağa kalkmış el kol hareketleriyle beğenilerini belli ediyorlardı. Adam seyircileri saygıyla selamladı.
Salon yine sessizleşti. Adam yine flütü ile bir şeyler çalmaya başladı. Bu sırada salondaki izleyiciler arasından biri yüksek sesle haykırdı:
— Babacığım! Bu Kaştanka değil mi? Ah Kaştanka!
Titrek, yüksek perdeden bir ses karşılık verdi:
— Evet evet Kaştanka’nın ta kendisi. Oğlum. Bu Kaştanka, kesinlikle o!
Aynı ses ıslık çalarak Kaştanka’yı çağırdı.
— Kaştanka!
Kaştanka irkildi. Sesin geldiği yöne baktı. Bir baba ile oğlunu gördü. Anımsadı. Dengesini kaybederek sandalyeden düştü. Kumda çırpınmaya başladı. Kendini toparlayıp ayağa kalkınca gördüğü baba oğulun bulunduğu yöne doğru koşturdu. İzleyiciler arasında bir anda bir uğultu, şamata başladı.
Kaştanka bu uğultular arasında koşarken ıslık sesi ile bir çocuğun:
— Kaştanka... Kaştanka, diye bağıran sesini duyabiliyordu.
Kaştanka önüne çıkan tahta perdeyi atlayarak geçti. Bundan sonra birkaç insan omuzlarına bastıktan sonra bir locaya girdi. Locadan sonra yüksekçe bir duvar vardı. Duvarı atlamaya kalktı. Duvar atanamayacak kadar yüksekti. Kaştanka duvara çarpıp yere düştü.
Kaştanka bundan sonra çok az şey anımsıyordu. Binlerinin onu elden ele salonun üst taraflarına taşıdığını zar zor anımsıyordu. Böylece salonunun çıkışına vardığını da anımsıyordu. Gerisini anımsamıyordu.
VI.
Kaştanka kendine geldiğinde ilk sahibinin alışıldık tutkal ve cila kokusunu içine çekerek arkalarından yürüyordu. Efendisi Luka Aleksandrlç gece karanlıkta çukurlara düşmemek için sakınarak yürüyordu. Kendi
kendine Kaştanka ile ilgili bir şeyler söylüyordu.
Babasının yanında yürüyen oğlu Fedyuşka babasının şapkasını takmıştı. Ne kadar zaman olmuştu bu ikisinin arkasında yürümemiştl. Sahiplerine kavuştuğu için çok mutluydu.
Efendisinin ve oğlunun arkasından yürürken kaldığı kirli kâğıtlarla kaplı odayı, kazı, kediyi anımsadı. Yediği güzel yemeklerin tadı hâlâ damağında dolaşıyordu. Yaptıkları provaları, sirki anımsadı.
Ama şimdi onlar uzaklarda, sisler arasında kalmış gibiydi...
*********************************************************************************
ANTON ÇEHOV KORKU VE ŞAKA HİKAYESİ
Mühendis Smirnov söylenilen istasyonda trenden indi. Bir çiftliğe ölçüm yapmak için gidiyordu. Trenden indikten sonra otuz-kırk fersahlık bir yol daha gitmesi gerekiyordu.
Mühendis Smirnov istasyonda görevli jandarmaya sordu:
— Gitmem gereken yer biraz uzak. Yaya gitmem olanaksız. Binmek için bir posta arabası bulmam mümkün mü?
Janarma:
— Posta arabası mı? Ne söylüyorsunuz siz? Bu çevrede yüz kilometre karelik bir alanda bir köpek bile bulamazsınız. Siz nereye gitmek istiyorsunuz ki?
Mühendis Smirnov:
— Devkino’da bulunan Genaral Hohotov’un çiftliğine gitmek istiyorum.
Jandarma, uykusu gelmiş gibi esneyerek:
— Oraya gitmek istiyorsanız istasyonun arkasında bazen yolcu taşıyan arabalı köylüler olur. Oraya gidin. Şansınız varsa bir tane bulursunuz.Mühendis Smirnov, çekeceğimiz var, der gibi içini çekerek istasyonun arkasına yürüdü. Birkaç tane adam vardı. Onlarla konuşup anlaşmaya çalıştı. Sonunda iri yapılı, somurtkan, yüzü çopur, yırtık giysileri olan bir köylüyle anlaştı.
Mühendis arabaya bindi. Ama arabayı beğenmediğini yüzünü buruşturarak belli etti. Konuşarak da belirtmek istedi:
— Araban de ne biçim arabaymış ya! Arkası önü belli değil.
Arabacı:
— Nesi varmış anlaşılmayacak? Atı görmüyor musunuz? Atın olduğu yer önü, sizin oturduğunuz yer de arkasıdır.
Arabayı çeken at gençti ama biraz zayıftı. Genç atın ayakları ayrık, kulakları ısırık işaretleriyle doluydu. Arabacı yerine geçti, oturdu. Mühendis Smirnov da arabada kendisine bir yer bulup oturduğunda yolculuğa hazırlardı.
Arabacı dizleri üstüne kalkarak ip kamçısıyla ata vurdu. At sadece başını salladı. Arabacı aynı hareketi ikinci kez yaptı. Bu kez araba önce gıcırdadı, sonra titrer gibi oldu. Sıtmalı birisi gibi titremeye başladı. Arabacı kamçıyı üçüncü kez vurunca araba şöyle bir sallandı, kalkar gibi oldu. Dördüncü kırbacı vurduktan sonra araba ileri atıldı.
Mühendis nasıl bir arabayla yolculuk edeceğini düşünerek ürperdi, kuşkuyla sordu:
— O kadar yolu böyle kamçı zoruyla mı gideceğiz?
Arabacı hiç rahatsız olmadı sözlerden:
— Üzülmeyin beyim! Korkuya kapılmayın. Atım hem genç hem de ayağı çeviktir. Hele bir açılsın, o zaman görün! Öyle bir hızlı gidecektir ki, isteseniz de durduramazsınız. Deh, hayırsız! diyerek yanıt vermiş oldu.
İstasyondan çıktıklarında hava kararıyordu. Gittikleri yolun sağında engin bir ova uzanıyordu. Uçsuz bucaksız görünüyordu. Soğuktan donmuş, kurumuş bir ovada gidile gidile nereye varılırdı Allah bilir, ama herhalde varılan yer iyi bir yer olmazdı.
Ovanın bittiği ufukta ısıtmayan sonbahar güneşi son ışıklarını gösteriyordu. Sol yanda ise kararmaya başlayan havada, küçük kümeler göze çarpıyordu. Kim bilir bunlar ya ot yığınları ya da köy evleriydi. Arabacının geniş sırtı Mühendis Smirnov’un önünü kapattığı için önünü iyice göremiyordu. Hava çok soğuktu ve etraf çok sessizdi. Paltosunun yakasını yukarı daldırarak kulaklarını soğuktan korumaya çalışan Mühendis Smir-nov kendi kendine içinden konuşmaya başladı:
— Buralar çok ıssız. Ne bir ev var ne de insan elinin değdiğine dair bir işaret. Allah saklasın! Burada insanı soysalar kimsenin haberi olmaz. Arabacıyı gözüm tutmadı ya! Adamın sırtına bak, kale duvarı gibi... Bu dağ adamı parmağıyla dokunsa insanın canını çıkarır. Hele suratına bak! Tam haydut! Gel de kuşkulanma?
Mühendis bir süre içinden konuştuktan sonra dayanamadı, adama sordu:
— Hey arabacı kardeş, senin adın ne?
Arabacı:
— Klim.
Mühendis Smirnov:
— Söyle bakalım Klim burası nasıl bir yer, yolculuk etmek tehlikeli mi? Hırsızlık, yol kesme, adam soyma gibi olaylar olur mu?
— Hayır beyim. Buralarda kötü şeyler olmaz . Hem kim kötülük yapacak ki?
Mühendis Smirnov:
— Kötü şeylerin olmaması güzel. Ben yine de ne olur ne olmaz diye düşünerek yanıma üç tabanca almıştım.
Mühendis Smirnov’un yanında tabanca falan yoktu. Adamı korkutmak için blöf yapıyordu. Ama böyle davranmasının uygun olacağını düşünüyordu. Sözüne devam etti:
— Sen de çok iyi bilirsin! Silah şakaya gelmez. Karşına on soyguncu da çıksa onunu da silahla etkisiz hale getirebilirsin.
Güneş batmış, hava kararmıştı. Araba her zamanki alışılan seslerin dışında sesler çıkarak sarsıldı. Biraz zorlanınca yoldan ayrılarak sola döndü.
Mühendis Smirnov arabanın ana yoldan çıktığını görerek korkmaya başladı. Yine içinden konuşmaya başladı:
— Bu niye ana yoldan çıkıp sola döndü. Beni nereye götürüyor acaba? Acaba beni sapa bir yere mi götürüyor? Issız bir yere gelirsek vay başıma gelenler!
Mühendis böyle düşünerek korkmaya başladı. Korkuyla arabacıya seslendi:
— Hey arabacı! Buralarda tehlike yoktur demiştin değil mi? Ne kötü! Halbuki ben soyguncularla uğraşmaktan zevk alırım. Sen benim böyle zayıf ve güçsüz görünüşüme bakma. Çok güçlüyüm gerçekte. Hem de bir dana kadar. Bir kez üç soyguncunun saldırısına uğradım. Bil bakalım sonra ne oldu?.. Soyguncunun birisine öyle bir yumruk indirdim ki adam o anda öldü. Diğer ikisini de yakaladım. Sibirya’da sürgüne gittiler. Nasıl böyle bir güce sahip olduğumu ben de anlayamadım. Şimdi senin gibi iri birisini kollarıma alıp sıkarsam, canın hemen çıkar...
Arabacı Klim göz ucuyla mühendise baktı. Gözlerini kırparak ata olanca gücüyle kamçıyı vurdu.
Mühendis Smirnov sözünü kaldığı yerden sürdürmeye başladı:
— İşte böyle arabacı! Benimle muhatap olanın sonu iyi değil! Adam kolunun, bacağının kırılmasıyla kurtulursa iyi... Onu mahkemeye de veririm. Savcılar, yargıçlar zaten dostumdur. Hepsini tanırım. Ben memurum. Hem de devlet için önemli bir memur! Şimdi çiftliğe gidiyorum ya! Bütün devlet yöneticileri benim buraya geldiğimden haberli. Başıma bir şey gelmesin diye de beni kesinlikle adım adım izletiyorlardır. Gideceğimiz yol boyunca her çalının arkasında, kayanın gölgesinde polis, jandarma vardır. Benim en ufak bir hareketimi bile izliyorlardır.
Mühendis bu şekilde konuşurken hava iyice kararmıştı. Mühendis birden korkuya kapıldı. Nefesi yettiği kadar bağırarak konuştu:
— Dur bakalım! Hey arabacı dur! Beni nereye götürüyorsun, söyle burası neresi!
Arabacı:
— Görmüyor musun, karşımızdaki orman işte!
Mühendis Smirnov biraz yatışarak ormanda olduklarını gördü. Kendi kendini ayıpladı, içinden konuşmaya başladı:
— Niye korkuya kapıldım ki birden? Aman dikkat oğlum. Korktuğunu belli etmemelisin. Tüh adam korktuğumu anlamıştır bile... Niye sık sık arkasına dönüp bakıyor böyle? Yoksa kafasında tasarladığı bir plan mı var? Biraz önce atı yavaş sürüyordu, şimdi hızlandırdı, niye?
Mühendis bunu merak ederek sordu:
— Hey arabacı! Neden atı daha hızlı sürmeye başladın?
Arabacı:
— Beyim ben bir şey yapmıyorum. At kendiliğinden hızlanmaya başladı. İstasyonda size söylemiştim ya atım tempo tuttu mu istesen de hızını kesemezsin. O da bu kadar ayağa çevik olmayı sevmiyordur ya ne yapsın!
Mühendis Smirnov:
— Atıyorsun arabacı! Yalan söylediğin nasıl da ortada. Ama sana bu kadar hızlı gitmeni Önermem. Atı biraz yavaşlat bakalım! Duydun mu? Atın hızını azalt diyorum!
— Neden atı yavaşlatayım?
Mühendis Smirnov:
— Ben istiyorum... İstasyona indiğimde dört arkadaşım da arkamdan gelecekti. Ya... Bana yetişmeleri gerekirdi. Hesapta ormana varmadan bana yetişeceklerdi. Dördü de iri yapılı ve güçlü kimseler. Yanlarında silahları da var. Hem sen neden öyle yerinde duramıyor sürekli kıpırdıyorsun? Biri sanki sana iğne batırıyor... Hey, söyle bakalım! Niye öyle dönüp dönüp bana bakıyorsun? Ne var ki bana bakacak? Yoksa suratımı mı çok merak ediyorsun? Eğer tabancalarımı merak ettiysen işte çıkarayım. Şimdi sana gösteririm.
Mühendis Smirnov sözünü bitirdikten sonra ceplerini karıştırırmış gibi yaptı. Korkudan ödü kopan mühendis Smirnov birden arabacı Klim’in arabadan atladığını gördü. Klim bir süre sağa sola sallandıktan sonra ayak üstünde durdu. Hızla ormana doğru koşarken:
— İmdat, kurtarın kurtarın, diye bağırıyordu.
Arabacı Klim koşarken sözlerini sürdürüyordu:
— At da senin olsun araba da! Zalim adam ne istersen al. Yalnız canıma kastetme yeter!
Bir süre arabacı Klim’in ayak sesleri, ayaklarının ezdiği çalı ve odun parçalarının sesleri duyuldu. Sonra ortalık sessizleşti. Dünya, ürpertici bir karanlığa büründü. Arabacıdan böyle bir davranışı beklemeyen Mühendis Smirnov şaşırdı. Hemen atın dizginlerine asılarak arabayı durdu. Sakinleşmeye çalıştı. İçinden konuştu:
— Korkak herif, korktu kaçtı. Aptal! İyi de şimdi ben bu ıssız ve karanlık yerde ne yapacağım? Yolu bilmem ki devam edeyim. Bir de araba hırsızı olmuş olurum. Ne yapayım, ne edeyim? Aman Tanrım!
Mühendis Smirnov düşündü. İşin içinden çıkamayınca arabacıya seslendi:
— Klim, hey Klim!
Ses karanlıkta yankı yaptı. Mühendis ürperdi. Korktu. Bu gecenin ayazında, zifiri karanlıkta ormanda tek başına kurt ulumalarını, atın tepinmelerini dinleyerek zaman geçiremezdi. Böyle bir gece geçireceğini hayal etti. Korktu, ürperdi. Yine arabacıya seslendi:
— Klimciğim, yavrum nerdesin?
Mühendis iki saat kadar dil dökerek, güzel sözler söyleyerek arabacıya seslendi. Ama karşılık alamadı.
Mühendis arabacıdan umudunu kesmeye başladı. Hafif bir esinti vardı havada. Her yer sessizdi. Bu esinti kulaklarına bir inilti getirdi. Mühendis umutlandı:
— Klim sen misin? Nerdesin be yavrum? Hadi gel de gidelim.
Arabacı yavaşça:
— Ya beni... beni Öldürüsen?
Mühendis Smirnov:
— Sana şaka yaptım. İnan ki şaka yaptım. Bende ne arar silah. Ben de korkumdan uydurdum. Hadi yeter artık birbirimize çektirdiğimiz. Gel gidelim. Donuyorum.
Arabacı Klim mühendisin sözlerini düşündü:
— Eğer adam soyguncu olsaydı araba ile atı alıp giderdi. Çoktan gecenin içinde kaybolurdu.
Böyle düşünen Klim ormandan çıkarak çekine çekine arabanın yanına geldi. Mühendis Smirnov’un yanına geldi.
Mühendis Smirnov:
— Budala adam, neden korktun? Oysa ben şaka etmek istemiştim. Sen de korkup kaçtın. Hadi, hadi bin de sür arabayı!
Klim arabaya bindi:
— Tanrı cezanı versin beyim. Eğer böyle bir şey yapacağını bilsem yüz altın da versen seni arabaya almazdım. Korkudan ödümü patlattın.
Klim ata kamçıyı vurdu. Araba titredi... Dördüncü kamçıdan sonra araba yürüdü. Mühendis Smirnov paltosunun yakasını kaldırarak kulaklarını örttü. Düşünmeye başladı.
Artık ne yol ne de arabacı Klim ona ürküntü veriyordu.
*********************************************************************************
ANTON ÇEHOV HIRSIZ KÖYLÜ HİKAYESİ
Mahkeme salonunda hâkimin karşısında zayıf bir köylü duruyordu. Öyle zayıf ki bir deri bir kemik... Üstünde giysi olarak bez dokuma renkli bir gömlek, yamalı bir pantolon var. Çopur yüzlü, uzun sakallı... Sarkık gür kaşları var. Gözleri, kaşları ile sakalının gerisinde zor seçiliyordu. Sanki hiç tarak yüzü görmemiş saçları başında bir şapka gibi duruyordu. Adam iri bir örümceğe benziyordu. Öfkeli bir duruşu vardı. Ayakları çıplaktı.
Hâkim bu köylüye sordu:
— Deniş Grigoryev! Yaklaş da söyleyeceklerime yanıt ver. 7 Temmuz günü demiryolu bekçisi İvan Akin-fov sabah demiryolunu denetlerken seni, 141. kilometrede raylardan cıvataların somununu sökerken yakalamış. İşte söktüğün somun da önümde duruyor. Bu somunu sen çıkarmışsın raylardan. Doğru mu?
Köylü:
— Hı...
Hâkim yeniden sordu:
— Bekçinin söyledikleri doğru mu, diye sordum.
Onun anlattıkları gibi mi oldu?
Köylü Deniş:
— Öyle olduydu.
Hâkim:
— Neden çıkardın o somunu?
— Hı...
Hâkim:
— Hı diye yanıt vermeyi bırak da sorduklarıma doğru dürüst yanıt ver. O somunları neden cıvatadan çıkardın?
Köylü Deniş tavana bakarak kısık bir sesle konuştu:
— İşime yaramasa yerinden çıkarmazdım.
— O somun senin ne işine yarar be adam?
Köylü Deniş:
— O somun mu? Biz o somunu oltada kullanılırız.
Yargıç:
— Biz diye kimleri kastediyorsun?
— Biz, yani buranın insanları... Bizim köylüler. Kli-movlular.
Hâkim:
— Bakınız efendi! Karşımda böyle aptal numarası yapma! Sorularımı doğru yanıtla. Oltayı ne karıştırıyorsun sen. Yalan söyleyip konuyu çarpıtma!
Köylü Deniş gözlerini kırparak mırıldanır gibi konuştu:
— Yalan mı? Doğdum doğalı hiç yalan söylemedim. Bundan sonra da söylemem. Oltaya ağırlık takmazsanız olmaz. Oltaya kurt ya da küçük balık takın da suya fırlatın bakalım. Hiç olta suyun dibine iner mi?
Köylü hâkimin cahilliğine güldü. Sonra sözünü kaldığı yerden sürdürdü:
— Bir de yalan söylediğimden söz ediyorsunuz. Suyun yüzünde kalan yemle balık mı tutulur? İyi balıklar levrek, turnabalığı ve yayın suyun dibinde dolaşırlar. Yüzüne belki alabalık çıkar. O da zor bir olasılık. Gerçi bizim buradaki ırmakta alabalık olmaz. Alabalık büyük sularda olur.
Hâkim köylünün sözünü keserek:
— Sen ne anlatıp duruyorsun? Biz alabalığı mı konuşuyoruz?
— Hı! Eee siz sordunuz... Bizde avlanma böyle olur. Küçük çocuklar bile oltada ağırlık kullanmak gerektiğini bilir. Ama balık tutmaktan anlamayanlara bir şey söyleyemem. İnsan cahilse...
Hâkim:
— Yani şimdi sen somunu oltaya takmak için çıkardın?
— Öyle, oyuncak yapacak halim yok ya?
— Somun yerine kurşun, silah mermisi, çivi kullanamaz miydin?
Köylü:
— Kurşunu nereden bulalım beyim! Para verip almak gerek. Çivi de bu işi göremez. En uygunu somundur. Hem ağırlığı yerinde hem de ortası deliktir.
Hâkim:
— Yine saf ayaklarına yatmaya başladın. Sanki dünyaya yeni gelmiş. Hiçbir şey bilmiyor. Aptal adam o söktüğün somunun ne gibi kazalara yol açacağını bilmez misin? Eğer bekçi görmeseydi kocaman tren rayda çıkardı. Birçok insan ölebilirdi. Sen de katil olurdun!
— Beyim siz nelerden söz ediyorsunuz? Benim insan öldürmek için bir nedenim yok ki! Siz beni katil mi sanıyorsunuz? Bugüne kadar Tanrı korusun, bırakın birini öldürmeyi böyle bir düşünceyi aklımın ucundan bile geçirmedim. Söylediğiniz söze bakın! Hiç olur mu?
Hâkim öfkelenerek:
— Peki tren kazalarının nasıl olduğu konusunda bir fikrin var mı? İki üç tane somun çıkarmak tren kazası demektir!
Köylü Deniş için inanası bir düşünce değildi bu. Gülümseyerek, hâkime kuşkuyla bakarak konuştu:
— Yapmayın efendim! Biz köylüler yıllardır bu raylardan somun çıkartırız ama hiç de tren kazası olduğu görülmemiştir. Oysa siz bir somun çıkardım diye tren kazası olur, insanlar ölür diyorsunuz. Eğer rayları sök-seydim, tren yoluna kalas yığsaydım dediğiniz olurdu. Bir somun ne yapar ki?..
Hâkim:
— Ne kalın kafalı adammışsın! Söylüyorum. Bu somunlar rayları traveslere bağlıyor.
Köylü Deniş esneyip dua okur gibi yaptı, konuştu:
— Biliyorum efendim. Bilmez olur muyum? Ama tüm somunları çıkarmıyoruz ki... Bunu bilerek davranıyoruz.
Hâkim:
— Geçen yıl burada tren raydan çıkmıştı. Demek ki sizin somun çalmanız yüzünden oldu, dedi.
Köylü Deniş:
— Efendim anlayamadım!
— Geçen yıl tren kazasının nedeni şimdi belli oldu dedim.
Köylü:
— Her bir şeyi hemencecik anlıyorsunuz, aklınız her şeye eriyor. Eee boşuna o kadar sıralarda oturmamışsınız, güzel efendim. Tanrı işini bilir. Kime akıl verdiğine bak. Hemen anladınız.
Ama o bekçi var ya o bekçi... O kim ki, bir köylü.. Araştırıp sormadan yakama yapıştı. Halbuki iyice sorup soruştursa...
Ayrıca saygıdeğer hâkim bey şunu yazın. O bekçi iki kez dişlerime vurdu. Ayrıca ağzıma da vurdu.
Hâkim:
— Efendi! Evinde arama yapıldığında da bir somun daha bulmuşlar. Söyle bakalım onu ne zaman çıkardın?
Köylü Deniş şimdi anımsamış gibi davranarak:
— Anladım, şu kırmızı sandıkta bulunan somunu diyorsunuz?
— Ben anlamam nereden çıktığını. Ama evinde bulunmuş. Onu ne zaman çıkardın?
Köylü Deniş:
— Onu tekgözlü Semyon’un oğlu verdi. Ben çıkarmadım. Sorduğunuz sandıkta bulunandı. Avluda bulunanı ise Mitrofan’la çıkadık.
— Mitrofan da kim?
— Mitrofan Petrov. Tanırsınız onu. Balık ağı örüp satan Petrov. Bu somunlar en çok onun işine yarar. Yaptığı her ağda on adet somun kullanır.
Hâkim:
— Beni iyi dinle efendi! Yasalara göre, kasıtlı olarak demiryollarına zarar vermek veya bu yaptıklarından dolayı yoldan geçen trenlerin kaza yapmasına neden olmaktan suçlusun. Ayrıca bu yaptıklarının bir kazaya neden olacağını bilerek yaptıysan daha da suçlusun. Anladın değil mi? Somun çıkarmanın nelere sebep olacağını bilmezden gelemezsin.
Senin anlayacağın biçimde konuşayım. Senin suçunun cezası kürek ya da pranga sürgünü...
Köylü Deniş:
— Ben bilemem beyim. Cahil bir insanım ben. Siz daha iyi bilirsiniz. Sizin dediğiniz doğrudur.
Hâkim:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder